TASAVVUF PEMBE GÖZLÜK TAKMAZ

Ümit G. CEYLAN 12 Mar 2020

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
İnsanın olgunlaşma serüveninde çeşitli yollar vardır.

BATI FELSEFESİ

Batılı değiliz! Doğulu muyuz? Asyalı mıyız? Bence hepsiyiz. Önemli olan nereli olmaktan çok nereden geldiğimiz. Geldiğimiz yollar boyunca edindiğimiz tecrübeler ve insanlığımıza kattığımız değerler, milleti millet yapan unsurlardır.

Bir seminerdeydim pazar günü. Seminerdeki hanım felsefeci akademisyen. Konu kadınlar günü nedeniyle kadın filozoflardı. Atina Okulundan başlayarak Sokrates’in şölenini anlattı, oradan antik çağın ilk kadın filozofu Hypatia’ya geçti. Evet, bilgi açısından güzeldi. Benimde ufkumda çok şey açtı. Mesela aradalık teorisi yani ölümle ölümsüzlük arasında kalınması İbnül Arabi’nin de tenzih ve teşbih arasındaki anlatımına denk gelir. Bunlara onlarca örnek verilebilir. Asıl sıkıntı bir yerde tıkalı kalmak. Batı felsefesini anlatırken Türk Müslümanlığının hikmet bilgisinden bihaber olmak ya da Türk mitolojisinden kulak dolgusu dahi olsa bir şey duymamış olmak. Böyle olunca da anlatılanlar sadece bir ezber oluyor. İçselleştirmeden, yüzeysel bilgilerin hayattaki karşılığını bulamadığımızda yeniden bir anlama ve düşünme döngüsüne girilemez.

TASAVVUF PEMBE GÖZLÜK TAKMAZ

İnsanın olgunlaşma serüveninde çeşitli yollar vardır. Bilerek ve isteyerek insan olmayı seçmişseniz bir yola tabi olursunuz. Bazen bir Hint tapınağından içeri girer, oradan yoga ile yolunuza devam eder, evrensel sevgiyi yakalamak için Budizmin felsefesine bağlanır, bir süre sonra bambaşka bir yol size cazip gelir dağlara, ovalara çıkar ve tek başınıza doğanın sesi ile birlikte kendinizi keşfetmeye çalışırsınız. Hangi dinden hangi inanıştan olursa olsun insanın bir varlık sebebi vardır. Dünya döndüğünden beri insan bu sorunun cevabı peşindedir. Benim bu dünyadaki vazifem, yerim nedir? İnsan; ben kimim sorusunu yüzyıllardır sorup durur. Hâlâ da sorar ve sormaya da devam edecektir.

İnsanı Kâmil

Olgun insan olmak bu uğurda nefsini terbiye etme metotları, disiplinleri, mektepleri hatta ekolleri olan yollara özellikle İslam’daki yoluna, yani öğretilerine doğrudan Tasavvuf diyoruz. Bu yolda yürüyen yolculara da sufi deniliyor. Daha yerel bir tabirle derviş diyoruz. Kelimeler, kavramlar elbette çok önemli. Tasavvuf mistisizm değildir. Batı mistik yani gizemli bir yanı olduğunu düşündüğünden insanın manevi hayatına dair her şeyi bir gizem içerisine sokmaya çalışmıştır. Elbette bunun psikolojik alt sebepleri var ancak konumuz bu değil. Tasavvuf insanların meşrebine göre zaman içerisinde bazı okullar oluşturmuş, tarikatler meydana gelmiştir. Adlarını biliyoruz; Rifai, Mevlevi, Nakşibendi, Ekberi ve birçokları. Hepsinin de amacı insanın nefsini dizginlemesini öğrenmesi, olgunlaşması ve insanı kâmil olma gayretidir. Böylece kul masivadan uzaklaşıp Allah’a daha yakın olacaktır.

Mürşid ne yapar?

Dervişlik hayattan soyutulmuş, bir lokma bir hırka bir köşede pasif bir hayat sürmek değildir. Ama tabii dervişliğin doğru anlaşılması ve Allah’ın bizden istediklerinin bilinmesi için kendi iç sorgulama yolundaki rehberlerimizden yol göstermeleri beklenir. Tıpkı bir öğretmenin bir öğrencisine okuma yazmayı öğretmesi hatta bunun da ötesinde bir şeyi öğretirken onun kendisini keşfetmesine, kendini anlamasına yol açacak bir ateşin kıvılcımını çakması beklenir. Dervişlerin, hocalarına, öğretmenlerine literatür icabı mürşid de denir. Yani irşad eden anlamındaki bu sözcük aslında yolumuzu aydınlatan, ışık tutan kişi manasındadır. Ancak buradaki önemli noktayı atlamamak lazım. Mürşid elinde bir ışık varsa bile doğrudan öğrencinin yolunu aydınlatmaz. Ona kendisini tanıma, anlama, keşfetme imkânı verir. Oku derken Allah’u Azmüşşan kitabında kendini oku demek istemektedir. İşte o sayfaları çevirmemize yardımcı olacak olan rehberdir mürşittir. Kendi içimizdeki cevheri ortaya çıkaran kişi mürşid, öğretmen veya hocadır.

Ah bu pembe gözlük

Dünyaya pespembe bakmak pek de caziptir. Ama hayat her zaman insana aynı renkte yansımaz. İnsan acıyı da bilmeli ve yaşamalı, sevinci de bilmeli ve yaşamalı. Tabii ki hepsinin Allah’tan geldiğine inanmalı ama hayat pespembe deyip de kendisi haricindeki insanları ve yaşayanları da unutmamalı. Bize toz pembe olan berikine koyu pembe diğerine de kapkara olabilir. Hayata tek renk gözlükle bakılmaz. Başkasının gönlüne de girebilmeli derviş. Kendisi dışındakileri düşünebilmeli ve onlar için de hareket edebilmeli. Pembe bir rengin arkasına sığınıp, herkes benim tarafımdan baksın demek tasavvuf değildir. Renk körü olmamak lazım. Renkleri ayırt edebilecek bir farkındalık, yani adalet duygusuyla hareket edebilmek lazım. Yediğimiz bir kuru lokmada bile binlerce açın hakkı olduğunu bilmek lazım. En azından bulunduğumuz toplum içinde dara düşmüş her kim varsa onların derdiyle hemhal olmak lazım. Yaralarına merhem olmak ve ellerinden tutmak lazım. Empati duygusunu bir kültür haline getirmek lazım. Bütün varlıklara olan sevgi, şefkat ve merhamet duygularını yeşertmek lazım. Hülasa Tasavvuf ruhbanların yaşadığı gibi değil, bilakis Hazreti Peygamberin yaşam biçimini benimseyip, onun gibi yaşamaya gayret etmek ve O’nun sünnetini tatbik ederek, O’nun yolundan gitmek demektir.

BİR ÇOCUK OLMALI

Çocuk olmak; doğuşumuzdan bu yana çocuk olmak. Birçok evrede yaşarız bütün duyguları. Korku, endişe, heyecan, coşku, sevinç, çığlık ve hıçkırık. Çocuk olmak, ağlamak ve göz damlalarını yanaklarımızdan süzülerek akıtmak. Çocuk olmak;  bir incirle, bir cevizle, bir şeker ve bir çikolatayla mutlu olmak!.. Çocuk olmak; bombalar altında, korunaksız sığınakta olsan da, korunaklısın anakucağında. Çocuk olmak; yalınayak, aç ve biilaç olmak haritasız coğrafyada. Çocuk olmak; kimsesizler yurdunda, esir kamplarında, mülteci kamplarında, bir sığınmacı olmak denizlerde ve karada göç yollarında. Çocuk olmak; insani değerlerin ve insan haklarının çiğnendiği sınır boylarında. Dayak ve gaz bombaları yediğin, gaspedildiğin, denizlere boğulasın diye iteklendiğin bir kabusun ortasında. Oysa çocuk olmak vardı; sevginin, şefkatin, merhametin kollarında. Oysa çocuk olmak vardı; sıcacık evin, biricik anne, biricik baba ve biricik ailenin yanında. Aaaaahhhh!. Aaaaahh!.. Zalim dünya; zalimlerin sömürdüğü ve zalimlerin yönettiği dünya. İnsanlığın, vicdanın ve insafın olmadığı dünya!.. İnsan olduk da ne olduk; bize verilen nimetlere karşılık şükretmek yerine azdık ve kudurduk!..  Bir çocuk olmalı, yüzünde mutluluk, içinde huzur olmalı. Bir çocuk olmalı, onu emin elleriyle tutan ve şefkat kollarıyla saran olmalı. Bir çocuk olmalı; insanlığın kurtuluşu olmalı.

MÜLTECİ AKINI VE BATI

Son günlerdeki olaylar hepimizin malumudur. Türkiye düzensiz göçmenlere kapılarını açtı ve ardından yaşananlar tam da batının kim olduğunu ortaya koyacak şekilde cereyan ediyor. Sosyal medyada bu konu hakkında bir Alman’ın yorumu diye dolaşan bir haberi de gördük ama kaynak tespit edemedik. Bu Alman’ın söyledikleri çarpıcıydı. Erdoğan’ın ciddiye alınmadığının, bunun sancısını batının yaşayacağını, Türklerin adeta göçmenlere insani davranışlarıyla dersi verdiğini, Almanların Nazi soykırımından örnek vererek cümlelerine aktarmış. Bu Alman’ın kim olduğunu anlamak için küçük bir araştırma yaparken yeni göç dalgası ile ilgili batının nasıl bir panik içinde oraya buraya saldırdığını ellerinin ayaklarının birbirine karıştığını gördüm. Başta Avusturya içişleri bakanının bakışları ve sorulara ne diyeceğini bilemez bir haldeki tavırları dikkat çekiciydi. Almanya, Fransa ve diğer batı ülkeleri hepsi bu göç dalgasından paylarını alacakları muhakkak. Haftalık Frankfurter Woche dergisi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kapağına taşıyarak provakatör kelimesini kullanmış. Yunanlıların yaptıklarını kınayacaklarına hala Türkiye ve Erdoğan ile uğraşıyorlar. Hâlâ anlamadınız mı? Mesele Erdoğan değil! 

KONUK YAZAR

Babasının sırrı: Fâtıma Hazretleri (1)

Yazan: Doç. Dr. Gülgûn Uyar

......................................................................

Fâtıma ismi, Peygamber soyunun nesilden nesile naklolan bir zenginliği idi aynı zamanda. Öyle ki Resûlullah, “Ben Fâtımalar’ın evlâdıyım”, buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Peygamber’in büyük annesi ile Hazret-i Hatîce ve Hazret-i Ali’nin annelerinin adları da Fâtıma’dır. Bu söyleyiş şekli Ehl-i beyt arasında devam edecek, Hazret-i Hasan ve Hüseyin de “Fâtımalar’ın çocuğu” olarak anılacaktır.

......................................................................

‘Evlâd, babasının sırrıdır’ buyuruyor Peygamber Efendimiz. Şüphesiz Fâtıma Anamız’da da Babasının sırrı zuhûr etmiştir. Bu sır onu, Allah’ın tertemiz kılmayı murâd ettiği Ehl-i beyt’in bir ferdi eylemiştir. Zira Nübüvvet hânesinin evlâdı olmak demek kıyâmete dek sürecek, siyâdetin bir rüknü olmak demektir. Fâtıma Hazretleri, Muhammed Âl’inin vâlidesi olan bir soy-anasıdır. Ümmetin şehâdeti ile mâlumdur ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz, hem Fâtıma Hazretlerini hem de torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i cennetin ehlinin seyyidleri olarak nitelemiştir. Dolayısıyle bu ilan da göstermektedir ki Resûlullâh’ın Ehl-i beyti, iki cihânın da seyyidleridir. İşte bu siyâdet, Fâtıma Hazretleri ile varlığa bürünmüş bir nebevî âl sırrıdır.

Fâtıma Hazretleri’nin vilâdeti, risâletin başlangıcına yakın bir tarihti. Kureyş’in Kâbe’yi yeniden inşâ ettiği sene dünyayı teşrîf etmiş olduğu söylenir. Müşrikler, bu inşâ sırasında Hacerü’l-esved’i yerine yerleştirme vazifesini, gönül huzuru ile Hz. Muhammed’e teslim ederken, O’nu Emîn olarak vasıflandırmışlardı. Bu vasıf Hz. Peygamber’in yüce ahlâkının ayrılmaz bir parçasıdır ve bu vasfın bir nümûnesi Fâtıma Hazretleridir. O, babasının emînidir. Babası onu, ilk olarak ateşten emîn kıldı; cehennem azabından uzak anlamında ona Fâtıma ismini verdi. Hazret-i Peygamber “Kızımı, Fâtıma diye adlandırmamın tek sebebi, Allah’ın onu ve onu sevenleri Cehennemden uzak tutacağı hakîkatidir” ifadesiyle, bu mânayı açıklar. Bu isimle Fâtıma, tertemiz bir ahlâka erdi; yüz aydınlığının kuvveti sebebiyle ‘zehrâ’ ve Allah’a kurbiyyetine, iffetine binâen de ‘betûl’ idi.

Fâtıma ismi, Peygamber soyunun nesilden nesile naklolan bir zenginliği idi aynı zamanda. Öyle ki Resûlullah, “Ben Fâtımalar’ın evlâdıyım”, buyurmuştur. Zira Cenâb-ı Peygamber’in büyük annesi ile Hazret-i Hatîce ve Hazret-i Ali’nin annelerinin adları da Fâtıma’dır. Bu söyleyiş şekli Ehl-i beyt arasında devam edecek, Hazret-i Hasan ve Hüseyin de “Fâtımalar’ın çocuğu” olarak anılacaktır.

Oğullarına nisbetle ‘Ümmü’l-Haseneyn (Hasan ve Hüseyin’in annesi)’ künyesi ile hitap edilen Fâtıma Vâlidemiz’in, şeref pâyesi niteliğindeki diğer künyesi ise ‘Ümmü Ebîhâ (babasının annesi)’dır. Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Peygamber’e en çok benzeyen kişi olması hasebiyle bu künye ile tavsîf edilmiştir. Fâtımaların çocuğu ifadesinde zikredildiği gibi, annesi yerinde olup Resûlullâh’ı büyütüp yetiştiren amcası Ebû Tâlib’in hanımı ve Hz. Ali’nin de annesi Fâtıma bint Esed’in hatırası ile özdeşleştirilerek bu künyenin vücûd bulduğu düşünülebilir. Ancak şu husus bir gerçektir ki ömrü, nübüvvet yılları ile yaşıt olan Fâtıma Hazretleri bir an bile babasından ayrı hayat sürmemiştir ve bu müşfik birliktelik ve babası nezdindeki mümtaz mevkii, Resûlullah’ın kızı Fâtıma’ya bu lâtif hitâbı bahşetmiştir.

.....

Not;  Babasının sırrı; Fatıma Hazretlerinin ikinci bölümü haftaya neşredilecektir.

PAMUK NİNELER, TONTON DEDELER

Eskiden ninelerimiz pembe yanaklarıyla, çakmak çakmak bakar, dedelerimizse tonton tonton yürür, ağızlarındaki fıstıklı lokumu olmayan dişleriyle damaklarında ezer ve gülümserlerdi. Nerde bu nineler, dedeler? Hepsi ya Alzheimer ya da Parkinson hastası oldular. Kalmadı o sevimli dedeler, nineler. Kimle konuşsam yaşlıların büyük çoğunluğu hep hasta ama başka başka hastalıklar bunlar. Eskiden romatizmaları olur, belleri bükülür ama yine de o halleriyle işlerini yaparlardı. Nasihatlerini özlediğimiz bilge ruhlu büyüklerimiz nereye gittiler? Marifetmiş gibi bakımevleri çoğaldı. Çocuklar anne ve babalarına bakmaktan yüksünüp güya daha rahat ederler, sosyalleşirler diye utanmadan üstlerinden atıyorlar. Hastalıkları ile baş edemeyiz diye içlerini rahat ettiriyorlar ama nafile çocukları da görüyor ninelerine dedelerine yapılanları. Onlar da yaşlanacak. Sevgi, şefkat ile hemhal olan biri aile büyüklerini ne pahasına olursa olsun bakımevlerine bırakamaz. Bakımevine eksi diyoruz. O eski özlemini duyduğumuz nine ve dedelerimizi de artı hanesine koyarak onları yeniden keşfetmeyi umuyoruz.

DEDE KORKUT’TAN KORKMA GAFİL!

Spiderman, Süperman, Batman ve nice sahte kahramanlara bir şeyler denilmezken Dede Korkut gibi gerçek bir kahramanın hikayeleri okullarda kitap olarak dağıtılmasını siyaset ve yanında da ünlem işareti ile vermek akla ziyandır. Bunu yapan Türkiye genelinde satışı olan bu gazetenin hatta kendini Müslüman kimliği ile tanımlayan birçok yazarı da varken Dede Korkut’tan neden korkulduğunun hesabı sorulmamış mı? Dede Korkut’un şimdiye kadar okutulmaması büyük hata zaten. Atatürk’ün nutku dernekler, yayınevleri tarafından okullara dağıtılırken nasıl ki rahatsız olunmazsa bundan da rahatsız olunmamalı. Dede Korkut, siyasi bir aktör değildir. Müslüman Türk milletinin hafızasını günümüze taşıyan gerçek bir kahramandır. Dede Korkut, Kutatgu Bilig, Ahmet Yesevi, Süyümbike Han, Tomris Hatun, Kutalmış Süleyman Şah ve daha birçok isim bizim atalarımızdır. Bunları siyaset yapılıyor diye dışlamak çok acı ve kendini bilmezliktir.