SOL SİYASET NEREDE YANILDI?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Siyaset Bilimi ve İktisat literatüründe ekonomik kriz dönemleri sol siyasetin ve/veya onun ekonomi politiğinin yükseleceği dönemler olarak kabul edilir.

Siyaset Bilimi ve İktisat literatüründe ekonomik kriz dönemleri sol siyasetin ve/veya onun ekonomi politiğinin yükseleceği dönemler olarak kabul edilir. Bunun sebebi sol siyasetin işçi sınıfının menfaatlerini öncelemesi, işsizliği önlemeyi kendine hedef edinmesi ve gelir dağılımında adaleti sağlamayı amaçlamasıdır. Teorik olarak kriz zamanlarında bozulan gelir dağılımı adaleti, artan geçim sıkıntısı ve işsizliğin toplum içerisinde sol siyasetin daha fazla talep edilmesine yol açması gerekir. Ancak pratikte işler tam tersine gelişmektedir. Yirminci yüzyıl tarihine bakıldığında görülecektir ki, kriz zamanları çoğunlukla radikal sağın yükseldiği siyasi süreçleri başlatmaktadır. Yani teori ile pratik arasında bir çelişki görülmektedir. Bunun sebebi ne olabilir?

Siyaset bilimciler ve sosyalist teorisyenler bu soruya farklı cevaplar vermişlerdir. Bizde kendini sol cenahta gören aydınların klasik sloganı “solun halka inmesi gerekir!” olmuştur. Bu sloganda kendilerini “sıradan vatandaşa göre daha eğitimli ve bilinçli gören” bir kendini beğenmişlik gizlidir. Bunun gibi bazı aydınlarımız da “halkın eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi gerektiğini” savunarak demokrasinin ancak eğitimli ve bilinçli toplumlarda başarılı olabileceğini iddia ederler. Dolayısıyla bu “eğitim ve bilinçlendirme” döneminde demokratik bir yönetim olmamalıdır. Bazı sosyalist ve merkez sol aydınlara göre ise, halkın bilinçlendirilmesi için eski çağların hurafeleri olarak adlandırılan dini kurumların kapatılması ve din dışı bir toplum yetiştirilmesi zorunludur. Çünkü onlara göre cehaletin ve bilinçsizliğin kaynağı bizatihi dindir. Bir başka grup teorisyen de, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, kapitalist toplumların siyasi propagandası ve emperyalist işbirlikçisi sermaye gruplarının desteğiyle “yoksul kesimlerin sol aleyhine yanlış bilinçlendirildiği” kanısındadırlar.  Hepsinin ortak kanaati yoksul kitlelerin “yoksulluklarının farkına varmayacak kadar bilinçsiz ve cahil oldukları, bu yüzden cellatlarına aşık oldukları, kendilerine kurtuluşu vaat eden sola da düşman oldukları” yönündedir.

Sol ve Marksist literatürde genel kanı kapitalist sistemin yol açtığı sömürünün toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçi kitlelerin yaşam standardını düşüreceği ve bunun da bu kitlelerde sisteme karşı bir tepki doğuracağı yönünde şekillenir. Toplumun çoğunluğunda yükselen bu tepkinin sol siyaseti güçlendireceğinin doğal olduğu düşünülür. Bu noktada sol siyaset iki ana akıma ayrılır: Yükselen tepkinin sistemin meşru siyaset kanallarını kullanarak sol partilerin oylarına dönüştürülmesini ve sosyalizmi demokratik yollarla kurmayı amaçlayan sosyal demokrat partiler ile yükselen tepkiyi bir halk ihtilâline kanalize ederek sistemi zorla yıkmayı amaçlayan devrimci sol hareketler. Bir işçi devriminin gerçekleşmesi ve bunun kapitalizmin tasfiyesiyle sonuçlanması çok gerçekçi değildir. Bütün insanlık tarihine baktığımızda halk ayaklanması ile sosyalist bir rejimin kurulduğu görülmemiştir. Ne kadar kalabalık olursa olsun üretici sınıflar (işçiler, çiftçiler, maaşlı çalışanlar; yani genel olarak emekçiler), egemen güçlerin (yüksek servet sahibi rantiyeler ve üretim araçlarının sahibi sınıflar) güdümünde olan devlet gücünü (asker ve polis gücü) yenip değiştirebilecek araç ve örgütlenmeye sahip değildir. Lenin’in Sovyet ihtilâli aslında savaşta yenilmiş, bütün iktisadi gücü onursuz bir anlaşmayla (Brest Litovsk Anlaşması) bağlanmış, yıkılmış bir rejimin kalıntıları üzerinde gerçekleşmiş bir ihtilâldir. İhtilali yapanlar da, Çarlık Rusya’sında ezilen sınıflar ve topraksız köylüler değil Rusya elitlerinin ve askerlerinin bir kısmıydı. İhtilâl sosyalizmin karşıtı diğer elitlere karşı verilen amansız bir iç savaşın kazanılmasından sonra tamamlandı. Zaten, başarılı olsun olmasın, Rusya’daki ihtilâl sol teoriye de uygun değildi. Teoriye göre ihtilâl olacaksa Almanya veya İngiltere gibi sanayileşmiş kapitalist bir ülkede örgütlü işçi sınıfının liderliğinde bir ihtilâl olmalıydı. Tabiri caizse, devrim yanlış zamanda yanlış ülkede olmuştu. Nitekim Rusya gibi bir ülkede sosyalist devrim kısa zamanda Çarlık benzeri totaliter bir rejime dönüştü. Mao ihtilâli yerleşik otoritenin yani devletin ortada olmadığı, işgal altındaki bir ülkede yine bir iç savaş sonunda kurulmuştu. Söylemeye gerek yok, Çin de tıpkı Rusya gibi geri kalmış bir tarım toplumuydu. Rusya’da gerçekleşen olaylar serisi benzeri bir şekilde Çin’de gerçekleşti ve sosyalist devrim totaliter bir diktatörlüğe dönüştü. Bu örnekler dışında, tarihin hiçbir anında, sosyalist siyaset teorisinde anlatıldığı şekilde gelişmiş kapitalist bir ülkede halk ihtilali hiçbir zaman vuku bulmadı. Ancak kapitalizm sonrası halk ihtilâlleri tarihine baktığımızda İngiltere’de Cromwell Devrimi, Fransız ve Amerikan Devrimleri, Osmanlı’da II. Meşrutiyet Hareketi, Arap dünyasında Baas Hareketi temelde milliyetçi söyleme dayanan halk hareketleridir. Dolayısıyla devrimci solun beklentilerinin çok da tarihi gerçeklere uymadığını söyleyebiliriz.

Pekiyi Sosyal Demokratlar başarılı oldu mu? Kısmen evet, kısmen de hayır. Anlatalım.   

Sosyal Demokrat partilerin doğal tabanı sol teoride söylendiği gibi işçi sınıfıdır. Ancak sosyal demokrat partilerin bu tabanı, örgütlenmiş iseler, aktif hale gelebilir. Bizim “aydınımsıların” çokça belirttiği üzere bilinçli bir işçi sınıfına ihtiyaç vardır. Ancak işçi sınıfının bilinçlenmesi eğitimle, sol literatürün okunmasıyla, mitinglerle sağlanmaz. Eğer sosyal demokrat partiler sendikalarla organik bir bağ içine girebilirlerse, o takdirde, işçi sınıfından bir taban devşirebilirler. İşçi sınıfının sendikalı hale gelmesi ise, toplumun geniş çaplı şehirlileşmesini, sanayi ekonomisinin payının yüksek olmasını gerektirir. Yani gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyal demokrat siyasetin gelişmekte olan ülkelere göre başarı şansının daha yüksek olacağı söylenebilir. Fakat bu yetmez.

Sol siyasetin temel varsayımlarından birinin “işçi sınıfının toplumda çoğunluğu” oluşturduğudur. Bu varsayımın doğruluk derecesi tartışmalıdır. Genel olarak gözlemlenen sendikalaşmış örgütlü işçilerin ağırlıklı olarak sanayi sektöründe bulunduğudur. Ancak kapitalist ekonomide şehirlileşme ve sanayileşme arttıkça sanayi sektörünün değil hizmetler sektörünün payı büyümektedir. Hizmetler sektörü daha nitelikli emeğin kullanıldığı, emeğin farklılaştığı ve dolayısıyla emeğin örgütlenme düzeyinin zayıfladığı bir sektördür. Genelde hizmetler sektöründe toplu ücret sözleşmeleri yerine, kişisel beceri, eğitim ve başarıya yönelik olarak farklılaşmış ücret uygulaması geçerlidir. Bu şartlar altında çalışanların sınıfsal çıkarlar etrafında işverene karşı örgütlenmesi yerine birbirleri ile rekabetin öne çıktığı söylenebilir. Sonuçta sosyal demokrat partilerin iktidar için yeterli çoğunluğu elde etmesi sadece işçi sınıfı ile pek mümkün olmamaktadır. Küçük esnaftan bankacılara, avukatlardan akademisyen ve hekimlere, iletişim sektöründen bürokrasiye çok farklı katmanlara ve çıkar gruplarına mensup seçmenlere de ulaşmaları gerekmektedir. Bu yüzden sosyal demokrat partiler git gide solun kırmızı rengini açarak pembeleşmişler ve merkez siyasete yönelmişlerdir. Özellikle soğuk savaş sonrasında küreselleşme ve finansallaşma süreçlerinin de etkisiyle sosyal demokrat partiler ile merkez sağ partiler arasında çok büyük bir ideolojik farklılık kalmamıştır. Günümüzde sosyal demokrat partiler genelde çevre sorunları ve hayvan hakları gibi konuların yanında toplumdaki marjinal grupların savunucusu konumuna gelmişlerdir. Buna mukabil özelleştirme ve küreselleşme karşısında bir ses çıkarmadıkları gibi, sosyal devletin adım adım ortadan kaldırılmasında ve işçi sınıfının sendikasızlaştırılmasında merkez sağ partiler kadar aktif olmuşlardır. Şu anki halleriyle kapitalizmin doğasında bulunan kriz şartlarında halka umut vaat edecek bir söylemleri, bu yüzden, bulunmamaktadır.

Kapitalist ülkelerde toplumun çoğunluğunu oluşturan hizmetler sektörü çalışanları, küçük ölçekli işletme ve serbest meslek sahipleri ile beyaz yakalı çalışanlar orta ve orta alt sınıfları oluştururlar. Bu sınıflara mensup insanlar gelir dağılımında adalet ve sosyal devlet hizmetlerinden çok üst gelir sınıflarına yükselmeyi hedeflemektedirler. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu durum daha belirgindir. Bu insanlara sistemi değiştireceğinizi vaat etmeniz pek bir şey ifade etmez. Onlar bu sistem içinde bu sistemin kazananlarından olmak istemektedirler. İçinde bulundukları sosyal ağlar çalışan örgütleri ve sendikalar değil, ama daha çok hemşeri dernekleri, futbol klüpleri, kiliseler ve tarikatlar gibi dini grup ve kurumlar benzeri tüketim ve yaşam tarzına yönelik sosyal ağlardır. Bu ağların içerisinde ise daha çok merkez veya radikal sağ partiler bulunmaktadır. Yani sağ partiler çoğunluğa onların içinde bulundukları sosyal ağlar vasıtasıyla daha kolay ulaşmaktadırlar. Basit ve anlaşılabilir sloganlarla bu insanların o anki iktisadi problemlerine yönelik öneriler sunmaktadırlar. Üzerine bir de solun ihmal ettiği kültürel, dini ve milli değerler çerçevesinde sloganlarla yapılan propaganda hayli etkili sonuç vermektedir.

Sonuç olarak sosyal demokrat partiler, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, hedef kitlelerini tam belirleyememiş, bu kitleye ulaşmak için doğru sosyal ağları kullanamamış ve bu kitleyi kazanacak söylemleri üretememişlerdir. Buradaki eksiklikler giderilmeden sosyal demokrat iktidarların oluşması ihtimali düşük olmaya devam edecektir.

Cumartesi günü Türkiye solu ve CHP üzerine görüşlerimi paylaşacağım.