NİŞANTAŞI ÜNİVERSİTESİNDE NELER OLUYOR?

Micheal KUYUCU 05 Nis 2022

Micheal KUYUCU
Tüm Yazıları
Eminim bu yazıda adı geçen herkes bana gıcık olacak.

Betona değil eğitime yatırım yapmanın önemi

Eminim bu yazıda adı geçen herkes bana gıcık olacak. Ama gazetecilik olaylara her pencereden bakabilme yetisi ister. Buna inanan biri olarak geçtiğimiz hafta yaşanan bir trajik bir eğitim meselesini farklı bir pencereden anlatacağım.

Nişantaşı Üniversitesi geçtiğimiz hafta, çoğu araştırma görevlisi olan akademisyenlerinin işine son verdi. Bunun için bir arabulucu, avukat ve İK ile teker teker akademisyenlerini yanlarına çağırıp değişik pazarlıklarla onlarla iş anlaşmalarının feshedilmesi yoluna gitti. Bu sosyal medyada duyuldu ve gitgide büyüyen bir mahalle baskısına dönüştü. Bu süreçte otuzun üstünde kişinin işine son verildi diye duydum. 

Liberal ekonominin acımasız kuralları uygulandı

Bu işlem yapılırken Nişantaşı Üniversitesinin akademisyenlerine yakın bir sosyal medya hesabı olan Vakıf Üniversiteleri Dayanışma Meclisi (VÜDAM) işlerine son verilen akademisyenler hakkında bilgiler vererek kamuoyunu bilgilendirdi. Nişantaşı Üniversitesi bir anda sosyal medyada gündem oldu ve özellikle eğitimle ilgili olan insanlar üniversitenin bu tutumunu konuşmaya başladı. Üniversitenin önünde eylemler yapıldı, pankartlar açıldı. Bu olaya karşı çıkan öğrenciler ile üniversitenin rektör yardımcısı birbirine girdi. Bu arbede sosyal medyaya yayıldı ve VÜDAM tarafından duyuruldu. Üniversitenin bu tutumu kamuoyunun haklı tepkisini çekti. Bunun üzerine Nişantaşı Üniversitesi bir basın açıklaması yaparak “Üniversitemiz ilgili konuda 4857 sayılı iş kanunu ve YÖK kanununa uygun bir şekilde hukuki süreci yönetmiştir.” dedi.

İşin özeti: Yine bir işletmede bir personel kıyımı yapıldı ve maalesef bu konuda liberal ekonominin acımasız kuralları uygulandı.

Zor şey kovulmak….

Sol tandanslı medya bu konuyu gündemine aldı. Kimisi aşırı bir duygusallıkla, kimisi hukuki bir dille işledi ve üniversite hafta sonuna gelirken akademisyenlerin işine son verme eylemini durdurdu. Bu süreçten sonra işlerine son verilenler değişik Youtube kanallarında ve sosyal medya hesaplarında açıklamalar yaparak yaşadıklarını anlattılar.

Bu zor bir durumdur. 27 yıllık medya kariyerimde iki buçuk kez yaşadım. Patron kafaya taktımı allem eder kallem eder seni kapıya koyar. En son üç sene önce yürürlüğe giren arabulucu uygulaması da bir çözüm olamadı. Çünkü patron seni kovarken zaten kendi arabulucusunu kendisi belirliyor ve seni kovarken odaya girdiğinde o arabulucuyu karşında buluyorsun. O “sözde” arabulucu da seni patronun istediği “işi bırakma eylemini” gerçekleştirmen için çaktırmadan arabuluculuk yapıyor.

Bu durum tüm sektörlerde maalesef yaşanıyor. Burada sadece işe iade davaları işe yarıyor ve eğer işçi arabulucunun gazına gelip hiçbir şeye imza atmazsa işe iade davasını açınca davayı kazanıyor ve işine geri dönebiliyor. Onda da bir ton rezillik yaşamak mümkün. Sistem maalesef patronun istediğinin olduğu bir yöne doğru evirildi. Kanun, manun palavra. Patron bir yolunu bulup, bilmem kaçıncı maddeden dolayı, bilmem neden dolayı kılıfını ayarlıyor ve seni kovuyor.

Devlet akademisyeni full paket ekstra korumalı

Burada beni üzen bunu bir eğitim kurumunda da görmek. Biz sektörden alışığız. Özellikle medyada bir işe başlarken “acaba kaç sene kovulmadan çalışabiliriz” diye düşünüyoruz. Ama temel işi eğitim vermek olan bir kurum kendisine verilen haklarla bir akademisyenini de bir bekçisini de kısaca orada çalıştırdığı herkesi dilediği gibi kapıya koyabilmesi üzücü. Diğer yandan devlet üniversitelerinde çalışan ve memur haklarına sahip bir akademisyeni bırakın kovmayı kılına bile dokunulamıyor. Şimdi bunun neresi etik? Neresi eşitlik ilkesine uyuyor? Neresi insan haklarına uyuyor? Ben hep “özlük haklarımız” diye ağlayan devlet üniversitelerindeki arkadaşlarıma şaka ile karışık olarak “ağlamayın lan bizim yerimizde olsanız ne yapacaksınız” diyerek kafa bulurum. Çünkü devlet üniversitesinde çalışan bir akademisyen, Nişantaşı Üniversitesi ve diğerlerinin yaptığı bu davranışa asla ama asla maruz kalamaz çünkü devlet güvencesi ile koruma altındadır.

Buradan Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan’a özellikle seslenmek istiyorum. Bende diğer tanıdığım ve tanımadığım tüm arkadaşlar devlet üniversitelerinde çalışan akademisyenlerle eşit haklara sahip olmak istiyoruz. Bunun zaten kanunu var, sadece uygulansın yeter.

Overlokçu akademisyen

Kanunlar müsaade ediyor ve Nişantaşı Üniversitesi örneğinde olduğu gibi özel sermayeli üniversitelerde bu kanunlar uyguluyor. Ben bu örnekte Nişantaşı Üniversitesine hem kızdım hem de acıdım. Kızdım çünkü akademisyenine işçi muamelesi yaparak bir overlokçu gibi işine son verdiler, acıdım çünkü bunu her ay en az iki üniversite yapıyor ama piyango “vudameclis” adlı bir Twitter hesabı sayesinde onlara vurdu.

Şimdi ne oldu? Tüm üniversitelerin uyguladığı bir şeyin faturasını Nişantaşı Üniversitesi ödedi ve marka kimliği zarar gördü. Emekleriyle bir şeyler yapmaya çalışan ve iddialara göre sayısı otuzu aşkın araştırma görevlisi işsiz kaldı ve manen yıkıldı. YÖK mahalle baskısının altında kaldı ve iktidar partisinin oylarının belirli bir kesimde riske girmesine neden oldu. Üniversitelerde çalışan akademisyenler “bu bizim de başımıza gelir mi acaba?” diyerek tırstı ve demoralize oldu. Bir eğitim meselesini konuşuyoruz ama eğitim hariç her şey var.

Bu böyle olmamalı

Bu tarz eğitim meselelerini görmezden gelemeyiz. Burada ciddi bir kanayan yara var. Eğitimin kalitesi yerlerde sürünüyor. Akademisyenler ucuz işçi konumuna düşmüş. Öğrencisinden para alarak devletten daha iyi eğitim vermesi beklenen vakıf üniversiteleri ucuza işçi çalıştıran Tahtakale toptancıları gibi ucuza akademisyen çalıştırma derdindeler. Hiçbiri “bu hoca öğrencime iyi eğitim verir mi” diye düşünmüyor.

Bunun iki nedeni var:

1.       Yüksek eğitimde yaşanan özelleşme

2.       Bu vakıf üniversitelerinin yaptığı hatalı yatırımlar.

Peki ne yapılmalı?

Türkiye’de nitel olarak değil nicel olarak üniversitelerde eğitim gören öğrenci sayısı artsın diye parası olan herkes vakıf kurup üniversite açtı. Bu her sektörde yaşanan bir şey. Sermaye döndü dolaştı eğitime de geldi. Üniversite açmak bakkal açmak kadar kolaylaştı. Bunun önünün kesilmesi lazım.

İktidar partisi meclise kadar gelen vakıf üniversitelerinde çalışan akademisyenlere yapılan overlokçu muamelesinin kesilmesi için hemen YÖK ile temaslara geçerek gereken yaptırımları yapmalı. Nasıl ki TMSF gerektiğinde şirketlere el koyuyorsa en ufak İK hatası yapan üniversiteye de YÖK el koysun. İşini iyi yapmayan üniversiteler kamulaştırılsın.

Araştırma görevlisinin suçu yüksek taban maaşı

Burada değinmek istediğim kimsenin değinmediği bir konu daha var. Vakıf üniversiteleri genelde araştırma görevlisi kadrosunda olan akademisyenleri işten çıkartmayı tercih ediyor.

Bilmeyenlere şöyle söyleyeyim, bir araştırma görevlisi ile bir doktor öğretim üyesinin maaşında yaklaşık 1.000 – 1.500             TL fark var. Bir doçent, bir araştırma görevlisinden 1.000 ile 2.000 TL daha fazla alıyor. Yani araştırma görevlisinin operasyon maliyeti unvanlı akademisyenlere göre daha yüksek. Bu nasıl oldu, bu hangi amaçla yapıldı fikrim yok. Bu tablo Sn. Ahmet Davudoğlu’nun eseri. Onun döneminde akademisyenlere yapılan maaş düzenlemelerinde araştırma görevlilerine unvanlı akademisyenlere yakın maaşlar verilmiş. Bu durum özel sermayeli üniversitelere batıyor. Çünkü unvanlı akademisyeni eğitimde daha çok sömürürsün, araştırma görevlisine derste anlattıramazsın, o zaman ne yapıyorlar? “Onlara ya fotokopi işi verelim ya da kovalım” havasına giriliyorlar.

Gelelim yüksek öğretim kurumlarına

Nişantaşı Üniversitesi üniversitenin içinde öğrencilerin üzerine yürüyen ve “sana ne lan…” diyen rektör yardımcısını hemen görevden alsın ya da o rektör yardımcısı kendisi bir özür mektubu yayınlasın ve istifasını versin. Bu hocamızın o tutumunu asla hazmedemedim. Yöneticilik aynı zamanda “öfke kontrolü” “stres yönetimi” ve “kriz yönetimi” becerisi ister.

Ve… Son olarak: Bu duruma neden gelindi?

Bazı üniversiteler çok büyük yatırım hataları yaptılar. Bu hatanın adı: Kampüs.

İstanbul gibi bir yerde şatafatlı kampüslere yatırım yapmanın ne kadar gereksiz bir maliyet olduğunu kriz anında anladılar. Son yıllarda elektrik ve benzeri giderlerde yaşanan artış bu kampüslerin maliyetlerini arttırdı. İnşaat sektörü de sıkıntıya girince kampüsler üniversitelerin en ağır gider kalemleri oldu. Yarım kalan inşaatlardan tutun aklınıza gelen her türlü zarar yaşandı.

Ben defalarca yazdım. Pandemi gelmeden önce çok yazdım. Kampüslere yatırım yapıp, paraları sokaklara atmayın. Ne öğrencinin umurunda ne de hocanın. Kimse güzel kampüsü var diye o üniversiteyi seçmez. Araba ile gitsen benzin gideri, toplu taşıma çilesi ayrı bir çile. “Yapacaksanız en çok plaza üniversiteleri yapın” dedim. En çok şık kaliteli modern plazalara girin. “Arazilere paralarınızı yem etmeyin çünkü 2030’lu yıllarda dijital dönüşüm bu kampüsleri işlevsiz bırakacak” dedim. Derken pandemi patladı. Ne oldu? Pat diye kampüsler gitti “Zoom” geldi. Kampüsler Zoom programına sığdı. Gençler daha 2020 yılında bir buçuk sene boyunca kampüs olmadan eğitim alabileceğini kanıtladı. 2022 yılındayız ve artık kampüsler tüm cazibelerini kaybetti. Yani benim 2030’larda olur dediğim şey 2020’de hızlandı.

Kampüslere yatırım yapanlar, paraları betonlara verenler şimdi maaş ödeyemiyor. Neden? Çünkü hatalı yatırım yaptılar. Keşke o büyük kampüsler yapanlar, o paraları betonlara değil de eğitim kalitesine verseydi.

Ben eminim ki öğrenci iyi bilgi almak için gecekondudaki eve de gider. Şatafatlar, kampüsler boşa harcanan paralar. Ne oldu? Şimdi nakitler bitti. Hatalı nakit kullanımı.

Sonuç: Akademisyene para vermek istemeyen, maliyet yönetimini işçi üzerinden yapmaya çalışan bir yüksek öğretim işletme sistemi doğdu.