​MODERN ÇAĞDA "BİLGE" OLMAK

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
İnsanoğlunun tabiatın şartlarına mahkûm olmaktan kurtulduğu sanayi devriminden sonra başlayan ve hâlâ devam eden Modern Çağ'dayız.

Önce şu hususu netleştirelim. Ne bilgi çağında yaşıyoruz ne de bilişim çağında. “Post-modern çağ” ifâdesi ise tam bir kandırmaca. 

İnsanoğlunun tabiatın şartlarına mahkûm olmaktan kurtulduğu sanayi devriminden sonra başlayan ve hâlâ devam eden Modern Çağ’dayız. Bu, insanlığın yaşam şekli dördüncü (avcı-toplayıcı toplum, tarım-hayvancılık toplumu ve sanayi toplumu sonraki) bir evreye girene kadar böyle devam edecek. Nasıl ki, ateşi ikinci sıraya indirecek, ondan daha büyük bir keşif yapamadıysak, tarım-hayvancılık ile sanayi toplumu arasındaki fark kadar büyük bir fark yaratacak değişiklik olana kadar Modern Çağ devam edecek.

Gelelim esas konuya: Modern çağda bilge olmak. Önce “bilge” kavramından ne anladığımıza bakalım.

Eskiden yaş ortalaması düşüktü ve – şimdiye oranla – uzun yaşanmıyordu. Belli bir yaşın üstüne çıkabilen az sayıda insan, gençlerde olmayan bilgi birikimine sâhip oluyordu. Bunun için elli yaşına bile gelmek yeterliydi. Yazılı kültür hâkim olmadığı için bu kişilerin bildiği şeylere ancak onların ağzından ve onlara başvurarak ulaşılmak mümkün oluyordu. Onlar, gerekli olan (şimdiye oranla az olsa da) bilgiye sâhip oldukları için “her şeyi bilen kişi” durumuna geliyordu. Bu da onları “bilge” konumuna getiriyordu. 

“Yeni” bir şey ortaya çıkmadığı için bilinen bilgilerin yenilenmesi, güncellenmesi gibi bir zorunluluk yoktu. İnsanların tamâmına yakını da hayatta kalma mücâdelesi içinde olduklarından dolayı sâdece ihtiyaç duydukları bilgiyi, ihtiyaç duydukları kadar alıyordu. Dolayısıyla birkaç kişinin toplam bilgisinden fazlasına sâhip olmak “bilge” olmak için yetiyor hatta artıyordu. Bir nevi “doğal seçilim” ile kazanılan bu bilgelik, “bilge” denilen kişinin özel bir çabası ile değil, kişinin yaşıyla doğru orantılı olarak artıyordu. Yâni uzun yaşayamayan ve az şey bilen insanların bulunduğu çağlarda ve ortamlarda bilge olmak için en önemli şart uzun yaşamaktı.

Ya şimdi?

Gelelim günümüze. Modern çağda yaş ortalaması yüksek ve giderek yükseliyor. Artık 60’lı yaşlar, orta yaş olarak kabul ediliyor. 70 yaşında ölenler için bile “çok yaşlı değilmiş” deniliyor. Dolayısıyla “çok şey bilenler”in sayısı da bununla doğru orantılı olarak artıyor. Bilgiye ulaşmak için, değil sözlü kültüre yazılı kültüre bile ihtiyaç kalmadı. Cilt cilt kitap okumak, ansiklopedi karıştırmak, kütüphanelerde dirsek çürütmek devri kapandı. Dijital kaynaklara ulaşım ve zaman kısıtlaması olmadan ulaşmak mümkün hâle geldi. Yabancı dil engeli bile kalktı, diyebiliriz. Herhangi bir dildeki bir metni, çeviri yazılımları sâyesinde kendi dilinize çevirmek, cep telefonuyla bile mümkün. Farklı dilleri konuşan ve diğerlerinin dilini bilmeyen insanlardan oluşan bir grup internet üzerinden kendi dillerini kullanarak görüntü olarak görüşebiliyor. Anlık sözlü çeviri imkânlarıyla kıtalar arası konferans yapmak güncel bir şey hâline geldi.

Bilgiye ulaşmak ve bilgiyi paylaşmak bu kadar kolaylaşınca, bilginin geçerlilik süresi çok kısaldı. Bugün değerli olan bilgi, yarın ya eskiyor ya da geçerliliğini kaybediyor. Bilgiye sâhip olmak bir ayrıcalık değil hatta gereksiz bir yük. Gerektiği zaman bir insanın hatırlayabileceğinden çok fazlasına ulaşmak için internet bağlantınızın olması yeterli

Bütün bunlar olurken, bilgiye sâhip olmak ve “bilge” veya “bir bilen” olmak da anlam değişikliğine uğruyor. Paradigmalar çabuk değişiyor. Dolayısıyla sosyal algoritmadaki ögeler de eskisinden çok fazla. Fazla iddialı bir ifâde gibi gelebilir ama şu anda bir imam-hatip lisesi öğrencisinin bilebildiği şeyler, bundan bin sene önce bir mezhep imamının bildiğinden çok daha fazla. Bir konuda hüküm vermek için dikkate alınması gereken şeyler gün geçtikçe ve ivmesi artan bir hızla çoğalıyor. Artık “dünün güneşiyle bugünün çamaşırlarını kurutmak” hiç mi hiç mümkün değil. 

Güncelliği dakikalara kadar kısalmış bilginin önümüze açtığı imkânlar, diğer taraftan bir sorumluluk da getiriyor: Bunca güncellik için kendimizi, düşüncelerimizi, algılarımızı, muhakememizi nasıl güncel ve tâze tutacağız?

İyi de nasıl?

İşte bu sorunun cevâbı çok eskilerden gelen bir kelimede saklı: Hikmet. Yâni bilgiye ulaşmak ne kadar kolay olursa olsun, o bilgiyi nerede, ne zaman, ne kadar ve ne için kullanacağımızı bilme becerimizi geliştirmediysek, içinden tren geçen ama istasyon olmadığı için durmayan bir köydeki insanlar gibi oluruz. O trene binemeyiz; o tren köye yeni birini getiremez, bizi de alıp götüremez.

Binlerce yıl önce az bilgiyle hâlâ başvurduğumuz sonuçlara ulaşan, ne kadar zengin olsa bile hayat şartları günümüzdeki fakir bir insandan bile zor olan ve sayıları az insanların bizden daha iyi yaptığı ve bize ulaşmasını sağladığı şey, bilginin kolay ulaşılan ve çok olanı değil, zor ulaşılsa da işe yarayanın makbul olduğudur. 

Bir benzetmeyle bitirmek gerekirse, girdiğimiz lokantada ne kadar çok ve çeşitli yemek olursa olsun, biz iki-üç tabak yemekle doyarız.    

“Nasıl bilge olunacak?” sorusuna verebileceğim cevap, bilginin yük olmasını engelleyecek hikmete sâhip olup, sâdece nerede, neyin, ne kadar ve ne zaman lâzım olduğuna karar verebilmektir. İşin sırrı, çok şey bilip bunun altında ezilmektense, işe yarayacak şeyi bilmek ve onunla amel etmekte saklı.