KRİZLERE TAKILMADAN BÜYÜYEBİLMEK MÜMKÜN MÜ?

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Pazartesi günkü yazımda ortalama yıllık yüzde oranlar cinsinden uzun dönem büyüme trendimizin %7, nüfus artış hızının %1,5, reel devalüasyonun da %2 olması durumunda 20.000 USD kişi başına gelire 2045 yılında ulaşılabileceğini vurgulamıştık.

Pazartesi günkü yazımda ortalama yıllık yüzde oranlar cinsinden uzun dönem büyüme trendimizin %7, nüfus artış hızının %1,5, reel devalüasyonun da %2 olması durumunda 20.000 USD kişi başına gelire 2045 yılında ulaşılabileceğini vurgulamıştık. Bugünkü kişi başına gelirin de 9.000 USD olduğunu varsaymıştık. Hadi yuvarlak hesap olsun diye 10.000 USD kişi başına gelir (Yeni hesaplama yöntemiyle) varsayalım. O takdirde hedefe ulaşmak için yaklaşık 22 yıl gerekecektir. Bu da 2039’a karşılık gelmektedir. Düz hesap nihai hedef 2040 yılı olsun. Sonuçta 2023 Hedeflerini 2040 Hedefleri olarak revize etmek gerekmektedir. 

Burada can alıcı nokta %7 yıllık ortalama büyüme oranını tutturmak kadar, bu büyümenin nasıl istikrar içinde gerçekleşeceğidir. İstikrarlı büyüme deyince, bunu bir örnekle anlatalım. Ortalama % 7 büyüme oranını kabaca 2040’ın sonuna kadar (2017 yılını da dahil edersek) 24 yıl için tutturmuş olalım. Ancak bu ortalamadır. Bu 24 yılı her biri sekiz yıllık olan üç ardışık döneme ayıralım. İstikrarlı ve istikrarsız büyüme olarak iki senaryo üretelim. İstikrarlı büyüme senaryosunda, güncel büyüme oranları ±%3 yani %4 ile %10 aralığında gerçekleşsin. Yani bunlar, minimum %4 maksimum %10 büyüme oranlarıdır ki, bugün herkes için tercih edilebilir değerlerdir. İstikrarsız büyüme senaryosunda ise güncel büyüme oranları ±%10 yani %-3 ile %17 aralığında gerçekleşsin. Yani minimum %3 küçülme maksimum %17 büyüme oranları varsayalım. Her sekiz yıllık dönemin ilk iki senesi %7 civarında, sonraki iki senesi %15 - %17 arasında, daha sonraki iki senesi %0 - %3 arasında ve en son iki senesinde de %-3 civarında büyüsün. Bu senaryo, bize tanıdık gelmelidir. Türkiye Petrol Krizinden bu yana her 7-8 senede bir Cari Açık – Dış Borç temelli krizlere girmiş bir ülkedir: 1972-3, 1980, 1987, 1994, 2001-2, 2008-9 ve (hiç istemem gerçekleşmesini ama) 2016-18 krizleri… Bunların bazıları çok can yakıcı olmuştur, bazıları siyasi gerginlikler tarafından gölgelenmiştir, bazıları da çok ciddi hasarlar vermeden sonlanmıştır. Ama bu büyümenin her sekiz senede bir durgunluk ve/veya krizlere gebe olduğu bir konjonktürü göstermektedir. Biz elbette ki, politikayı oluştururken istikrarlı bir büyümeyi sağlamak üzere hesap yapmalıyız. Pekiyi Türkiye’deki tarihi %5 ortalama büyüme trendinin istikrarsız olmasının sebebi nedir, bu trendi nasıl %7’ye çıkaracağız ve bu büyümenin istikrarlı olmasını nasıl sağlayacağız? Bu yazıda bu sorulara cevap arayacağız.       

Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı istikrarsız büyüme sürecinin temel sebepleri iç talebe dayalı büyüme stratejileri ve ülkenin yatırım malları, enerji hammaddesi ve yüksek teknolojili mallarda dışa bağımlı olmasıdır. Eğer bir ülkenin ihraç mallarında bile üretim maliyetinin %80’i ithalata bağlıysa, o takdirde bu ülkenin ciddi bir yapısal cari hesap problemi var demektir. Türkiye’de uzun yıllardır yatırım malları ve enerji hammaddesi ithalatı toplam ithalatın %75 ilâ %80 arasında kalan büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Bu yapı değişmediği müddetçe o çok konuşulan sihirli “üretim ekonomisi” de sonucu değiştirmeyecektir. Çünkü üretim demek zorunlu olarak hızla artan dış borç ve belli bir vadede bu dış açığa dayalı kriz ve küçülme demektir. İkinci olarak da, Türkiye yukarıda belirtildiği gibi yapısal cari hesap sorunları ile yüz yüzeyken, bu sorunlar göz ardı edilerek iç talebe yönelik büyüme politikaları uygulanmıştır. Evet, insafsız olmayalım: Genel olarak Türkiye’deki –özellikle sağ muhafazakâr görüşteki -politikacılar kalkınma, imar ve altyapı yatırımı amaçlı politikalar uygulamışlardır ki, bu da Türkiye’yi yeniden güçlendirmek ve ayakları üstüne kaldırmak amacı gütmekteydi. Ancak, Kapitalist üretimi gerçekleştirmek için dışa bağımlı olmak, zorunlu olarak bu büyüme süreçlerinin krizlerle aksamasına yol açmıştır. Bu çarpık yapı özellikle 1989 dış mali liberalleşme reformundan sonra daha belirgin hale gelmiştir, (1994, 2001 ve 2008 krizleri). 

Bu krizlere uğramadan ve yapısal problemleri çözmeden büyüme politikası izlenebilir miydi? Eğer yapısal problemi çözmeden istikrarlı büyüme yakalamak istenirse bu iç tasarruflar yolu ile sağlanabilir. Ancak bunun da bir limiti vardır. Eğer işçi ücretlerini baskılar, zorunlu tasarruf yani vergiler yolu ile iç talebi de sınırlandırır ve bilerek düşük değerli Türk Lirası politikası uygularsanız, evet, borçlanmadan %3 ile %5 arası bir büyüme sağlarsınız, fakat bu büyüme geniş halk kitlelerinin tüketiminin kısılıp fakirleştikleri bir büyüme olur. Demokratik bir sistemde hiçbir politikacı bu yola sapamaz. Ancak totaliter ve halka hesap vermeyen bir rejimde bu gerçekleşebilir. İkinci yol, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarına dayalı bir politika izlenmesidir ki, bu da yine Türkiye’nin jeopolitiğinde bir ülkenin %5 gibi bir ortalamayı sağlayacak büyüme için ihtiyaç duyacağı sermayeyi sağlamaya yetmemektedir, çünkü savaş ve terör risklerinin olduğu bir bölgeye yabancı sermaye ancak büyük ödünlerle gelebilir. Hele bunu %7 gibi bir büyüme hedefini sağlamak için hedefliyorsanız, yabancı sermayeye memleketin anahtarını verip gitmemiz gerekir. Demek ki, enerjide ve yatırım mallarında dışa bağımlılığı minimum düzeye getirmeden hızlı büyümemiz, ancak manda veya yarı sömürge olmayı ya da kendi vatandaşımızı, işçilerimizi fakirleştirmeyi kabullenerek gerçekleşebilir. Buna rağmen %7 büyümeyi gerçekleştiremeyebiliriz. 

Sonuç olarak 2040 yılına kadar ortalama %7’lik büyümeyi, bu büyüme trendini krizlerle aksatmadan istikrarlı bir halde sürdürmeyi sağlamanın yolu temel iki sektörde dışa bağımlığı en aza indirmekle gerçekleşir. Eğer bu hedefi gerçekleştirirsek, o zaman dış talebe dayalı bir büyüme politikası belirlememiz gerekir. İstediğiniz kadar Fen Lisesi açın, bilgisayarcı yetiştirin, inovasyon yapın fark etmez; eğer sermaye mallarını büyük oranda içeride üretmezsek ve başta sürdürülebilir enerji kaynakları (rüzgâr ve güneş enerjisi) ve yerli enerji kaynağımız kömür ve hidroelektrik santrallerini yaygınlaştırmazsak, nükleer santral düşmanlığı yaparsak, bu yazdıklarımızın hepsi hayal olur. Sermaye mallarını içeride üretmek ve bu mallarda net ihracatçı konumuna gelmek devletin ana stratejisi olarak belirlenmelidir. Bu hedefe ulaşmak için, uygulanamayan 2023 hedeflerinde belirlendiği gibi başlangıçta Makine ve Teçhizat ile Elektrikli Makine ve Teçhizat Sanayilerini stratejik sektör ilan etmemiz gerekir. Bu sektörlerin içinde bulunduğu mikro ölçekli problemler ayrı bir yazı konusudur ki, zaten, 2023 hedefleri içerisinde bunlar belirlenmiş ve çözüm önerileri yol haritaları ile birlikte hazırlanmıştı. Enerji de dışa bağımlılığı ortadan kaldırmaya yönelik adımlar, özellikle Sayın Albayrak göreve geldiğinden bu yana hızlanmıştır. Ancak, bu çalışmaların somut bir nitelik kazanması ve fiiliyata dökülmesi de acil bir zarurettir. Bütün bu bahsettiğimiz önlemler ve yapısal dönüşüm reformları, merkezî bir planlama disiplinine muhtaçtır. Her kafadan bir ses çıkarak büyük dönüşümler gerçekleşmez. Hemen önerelim, DPT’yi yeniden aktif hale getirerek bölgesel kalkınma ajanslarını buraya bağlamalı ve Türk Varlık Fonu’nu da özellikle büyüme hedeflerini desteklemek için kullanmalıyız. Günün sonunda, bütün bunlar dış talebe dayalı bir büyüme stratejisinin temelini teşkil edecektir. Çünkü, ortalama yıllık %7’lik bir büyümeyi karşılayabilecek yeterli iç talep yoktur.