KENİZE MURAD 1

Ömer EROĞAN 10 Eki 2017

Ömer EROĞAN
Tüm Yazıları
Kenize Murad'ı kitaplarından bilirsiniz.. Osmanlı Hanedanı ile olan münasebetini de.. Sultan 5. Murad'ın torunu Selma Hanımsultan'ın kızı.. Kenize Murad..

KENİZE MURAD: BRİTANYALILARIN ŞİARI 'BÖL VE YÖNET' 

Kenize Murad’ı kitaplarından bilirsiniz.. Osmanlı Hanedanı ile olan münasebetini de.. Sultan 5. Murad'ın torunu Selma Hanımsultan'ın kızı.. Kenize Murad.. Bir yaşındayken annesini kaybeder.. Bir İsviçreli diplomat aile tarafından yetiştirilir.. Babasının Hindistan Kotwara eyaleti mihracesi Seyyid Sacid Hüseyin Ali olduğunu geç bir zamanda öğrenir, tanışması ise çok uzun yıllar sonra ziyaretine Paris’e geldiğinde gerçekleşir.. Hayatı, tüm Osmanlı ailesi mensupları gibi zorluklarla geçer.. Adı Kenize Hussain de Kotwara dır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına da sahiptir .. “Kenize Murad" adını ise yazılarında imza olarak kullanır.. Çocukluğunun geçtiği Paris'te yatılı okul sonrası çeşitli işlerde çalışarak Sorbonne Üniversitesi’nde yüksek öğrenimini tamamlar.. Aynı zamanda önemli  Fransız dergilerinin Ortadoğu muhabirliği yapmaya başlar.. Gazetecilik mesleğinde hızla yükselir.. İşi nedeniyle, Bangladeş, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelerde bir süre yaşar. İyi bir savaş muhabiri olan Kenize Murad, 1982 yılında Beyrut Kuşatması sırasında üç ay boyunca Lübnan’da kalır.. Bir yıldan fazla süreyle İran Devrimi sırasında İran’da da.. 1987 yılında De la Part de la Princesse Morte (Saraydan Sürgüne) adlı ilk romanını kaleme alır. Sürgünde yaşamını yitiren annesini anlattığı romanda kimlik arayışı, onu annesinin kökenlerine götürür.. 34 dile çevrilen, milyonlarca baskısı yapılan roman Kenize Murad’ın çok daha iyi tanınmasına vesile olur. 

Ve ardı ardına gelen romanlar ile dünya edebiyatının ve kültür yaşamının önemli bir ismi olur.. Şimdilerde dünyanın pek çok ülkesinde konferanslar vermekte ve gazetecilik mesleğini sürdürmekte..

Diğeri ev sahibi.. Bir süredir YeniBirlik Gazetesindeki köşesinden takip edip yakından tanıdığınız bir isim,  Ömer Eroğan.. 

Ömer Eroğan, 1972 yılından itibaren  İsviçre ve Fransa’da ki siyasal bilgiler ve hukuk tahsili sonrasında, Paris’te hukuk alanında mesleki çalışmalarını sürdürür. 1980 sonrası Türkiye ve benzeri ülkelerde Avrupa Konseyi adına siyasi davalarda gözlemci olarak görev alır ve izler..1983 yılından itibaren İstanbul’a döner ve özel sektörde sürdürdüğü yöneticilik kariyerine, 1986’dan bugüne ana hissedarı olduğu  ticari ve sanayii kuruluşunda devam ettirir. Bazı sivil toplum kuruluşlarında kurucu ve yönetici olarak faaliyetlerini sürdürmüştür..

Arşiv niteliği taşıyan derin bir sohbet ile Aile’nin iki mensubu siz YeniBirlik okuyucuları için bir araya geldi..

Ailenin iki mensubu

 

(Konuk tarafında ve soruları cevaplayan kişi olarak Kenize Murad..)

- Yaşıtlarımızın yavaş yavaş emekliliğe yürüdükleri hayatın bu evresinde, benim ise eski Bab-ı Ali ruhunu hissettiğim YeniBirlik gazetesinde amatörce bir nebze mesleğinize yaklaştığımı görüyorsunuz.. İlk röportajım için buluşmuş olmak büyük onur, teşekkür ediyorum.

(Yakınlığımız dolayısıyla senli-benli hitap tarzımızı müsaadenle bu kez okuyucularımıza olan saygımızın bir göstergesi olarak sizli-bizli devam ettirmeyi arzuluyorum.)

Belki biliyorsunuzdur, uzun yıllardır Türkiye’den gelen röportaj tekliflerini kabul etmiyorum. Fakat nihayetinde sizinle bu ilk röportajı yapmaktan çok memnunum, ayırdığınız zaman  ve hazırlığınız için de çok teşekkür ediyorum, aynı şekilde mesleğe ilginize de çok sevindim, inanıyorum ki  gazetecilik çok iyi bir meslektir.

- Bilgi edinmenin kişinin kendisi için çok önemli ve gerekli olduğunu fakat bilgiyi aktarabilmenin ise daha da önemli ve topluma katkı sağlayabilmek için gazetecilik mesleğinin doğru bir yol olduğunu düşünüyorum.

Son derece haklısınız, zaten bu anlamda mesleğin önemini vurgulamak istedim.

- Seçtiğiniz bu meslekte geçirdiğiniz uzun yılları biliyoruz.. Savaş muhabiri olarak geçirdiğiniz uzun ve tehlikeli başlangıç yıllarını da hatırlıyor ve uluslararası düşünce hayatındaki yerinizi her daim takip ediyoruz.  Büyük dedeniz V. Murad Han’dan Osmanlı Ailesi’ne mensupsunuz, dolayısıyla  soyunuz Osman Gazi’ye uzanıyor.. Aile büyüğünüz Neslişah Sultan’ın kaybı sonrası bir beyanınızda “İstanbul’a geldiğimde bundan böyle daha yalnız hissedeceğim.” şeklinde bir cümle kullanmıştınız..  Bu hissin size düşündürdükleri nelerdir? Çoğu zaman Türkiye’den uzaklardasınız.. İstanbul’dan, en çok özlediklerinizden bahseder misiniz, lütfen.

Doğrudur, çok sevdiğim kuzinlerim  var, sizler varsınız.. Fakat Neslişah Sultan ait olduğum Osmanlı Ailesi’ni –altını çizerek vurguluyorum- gerçek temsilcisi ve eski neslin müstesna örneği son şahsiyetti. Sizin de yakından tanıdığınız ve sizi çok seven Sultan Efendi’nin -biliyorsunuz büyük babası son Halife, dedesi ise son Padişahtı- bunların yanı sıra eşinin Mısır Kral Naibi olduğu dönemde Mısır Kraliçesi makamını temsil etmişti. Fakat bu unvanlarından daha önemlisi  ve uluslararası büyük sevgi ve saygıya mazhar olmasının bir diğer sebebi son derece bilgili, kültürlü olmasından ve kişiliğinden kaynaklanıyordu.. Tabiatıyla yeri doldurulması pek mümkün olmayan Merhumenin ardından kendimi Osmanlı Ailesi’nin yalnızı olarak hissettiğim bir gerçektir.. Diğerleri ailedir fakat O, hakikaten bir Osmanlı Hanedanı mensubu ve çok iyi bir temsilcisi idi. Buradan özlediklerim ise; tabii ki önce vatanım, bizler için vatan hasreti diğer dünya topluluklarından çok daha yoğundur. Sonra mesela İstanbul Boğazı’dır ki, harikuladedir.. Ne mutlu ki, nispeten yoğun inşaatlarla aşırı yıpranmayan bir bölge olarak kalabildi, maalesef  şehrin diğer bölgeleri ise her geçen gün artan inşaatlar ve gökdelenler ile daha da yıpranmakta. Aynı zamanda ecdadımdan kalan tarihi eserler ve müzeler, yanı sıra tabii klasik Türk mutfağını da özlemini çektiklerim arasında sayabilirim.

- Kenize Hussain de Kotwara olan isminiz nasıl Kenize Murad’a dönüştü?

Normal olarak resmi adım “Kenize Hussain de Kotwara”dır. Fransa’da yabancı kökenli gazetecilerin çoğunluğu Fransızca takma isimler kullanırlar. Benimse kişiliğim dolayısıyla herhangi bir Fransız ismi kullanmam söz konusu olamazdı gerek de görmedim. Fakat gazetecilik hayatıma Fransa’nın en önemli yayınlarından Le Nouvel Observateur’de başladığım zaman beni asıl düşündüren, orta sol bir basın organı mensubu olarak asil orijine işaret eden, ismimdeki “de”nün varlığıydı. Dolayısıyla kendi kendime düşündüğümde, bu unvan ekini kullanmadan, Şark-İslam köklerime uygun bir isimle çalışılabilmenin mümkün olduğunu da göstermek istediğimden, -kısa hayatını pek yaşayamayan ve 28 yıl boyunca bulunduğu hapis ortamında vefat eden hüzünlü- büyük dedem Sultan V. Murad’ın ismini kullanarak bir şekilde de kendisini anmak ve adını yaşatmak istedim.

- İsminizin hikayesi ve anlattıklarınız oldukça hassasiyet içeriyor. Önemli yayın kuruluşlarını temsilen; iç savaş esnasında Beyrut’ta, devrim esnasında İran’da, Filistin’de, Pakistan, Hindistan savaşında ve benzer çatışma bölgelerinin uzun yıllar hep ortasında bulunduğunuzu biliyoruz.. Hatta yakın dostunuz Benazir Butto’nun ülkesine döndüğü gün ricası üzerine yanında olduğunuz esnada düzenlenen bombalı suikast sırasında bizlere yaşattığınız heyecan ve tedirginliği de iyi hatırlıyorum. Tarihin oluşumu sırasında merkezinde bulunarak tanıklık ettiğiniz o anlarda neler yaşadığınızı ve duygularınızı paylaşır mısınız?

Çok tehlikeli olduğu muhakkak, fakat oldukça da tutkuyla doluydu.. Çünkü olayların merkezinde bulunduğum bu ortamlar, temelde ölüm ile yaşam arasındaki ince çizginin sorgulandığı anları içeriyor. Olağanda günlük hayatta sorgulanan, ‘Bunu nasıl yapacağım?’ veya ‘Bunun nasıl olması gerekir?’ benzeri küçük kaygıları içeren detayların çok daha ötesinde.. Hakikaten ölüm ve kalım arasındaki vahim şartlarda insanların birbirleriyle çarpıştığı ve her an hayatın son noktasında yaşanan bu anlarla karşılaşıldığında hayatın gerçek değerleri çok daha iyi anlaşılabiliyor. Dolayısıyla bu ortamlarda karşılaşılan insanlar büyük hassasiyete sebep olurlar. Yaşanan bu insanlık dramları son derece dokunaklıdır. Bu çatışma yörelerinden Paris’e döndüğümde ise; dünyanın diğer yörelerinde yaşanan trajedilere ilgisiz, tepkisiz ve mutsuz bir insan topluluğu ile karşılaşıyordum. Mesela, ‘sıcak oldu’ veya ‘soğuk oldu’ vb. anlamsız, küçücük şeyler için insanların şikayetleri ile karşılaştığımda sanki tamamıyla ebleh, bambaşka bir gezegene gelmiş gibi hissediyordum. Halbuki  bu denli önemli insanlık dramları yaşanırken günlük küçük sorunlar ile araya mesafe konulabilmelidir, değil mi? Aynı zamanda, büyük dramların yaşandığı bir dünyada günlük, akılsızca sorunları büyüterek sürdürülen bir yaşamın da hiçbir anlamı ve faydası  yoktur. Bunun için de gazetecilik mesleğini sınırsızca severim. Çünkü esasa yaklaşmayı ve insanoğlunun temel gerçeğine ulaşmayı sağlıyor. İster Filistin’de, ister devrim sırasında İran’da, ister Hindistan-Pakistan savaşında veya Beyrut’ta olsun çok önemli sorunlarla karşı karşıyasın.. Eğer empati kabiliyetin varsa ve onları insanca sevebileceğini, anlayacağını kalplerinde hissettirebiliyorsan -neticede sana kalplerini açarak konuşuyor ve gerçekten esası paylaşabiliyorlar- hikayelerini ve gerçekte olanları açıkça anlatabiliyorlar. Gazetecilik mesleğinin, bende uyandırdığı hislerde olduğu gibi o insanlara yakın olarak yapılabildiği takdirde asıl hedefine ulaşabileceğine inanıyorum. Fakat maalesef  her gazeteci böyle yaklaşmıyor ve hatta çoğunluğu bu trajik ortamlarda, mağdurlarla alay dahi edebiliyorlar.

- Bunu dinleyince “İnsan Kimliğinin Temeli” konusunda, doğrusu ne düşündüğünüzü merak ettim. Lütfen, paylaşır mısınız?

Hepimiz belli farklılıklara sahip olarak bulunuyoruz.. Bazılarımız Afrikalı, bazılarımız beyaz, bazılarımız Hristiyan, bazılarımız Müslüman ve sair.. Sonuçta temel olarak insanız ve derinlere hatta daha da derinlere inebildiğimizde hepimizin aynı olduğunu görüyoruz. Bir birlik içinde bulunuyoruz, bu da insanlıktır, yani insan olabilme yanımızdır. Neticede bütün farklılıklarımız yüzeyseldir. Fakat maalesef bugün insanlığın büyük çoğunluğu yüzeysel düzeyde  kalarak, yüzeyselliği temel gerçekmiş gibi algılamaktadır. Halbuki sonuçta asıl olan insan olmaktır, insancıl olabilmektir.

- Büyük Dedeniz V. Murad Han.. Osmanlı Ailesi’ne mensubiyetiniz yanı sıra Babanız da Hindistan Kotwara Eyaleti Mihracesi.. Dolayısıyla Hindistan ve Pakistan ile de derin aile bağlarınız mevcut. Bölgeyle ilgili ilginç bir kitabınız da yayınlanmıştı.. Bağımsızlıklarının 70. Yıldönümüne ulaşan  iki ülke..

Biraz yakın tarihe girerek şunu sormak istiyorum:

Bağımsızlığa giden yolda, bilhassa 1916’dan itibaren Gandi ve Cinnah’ın birlikte çalıştıkları ve sonraları yani 1930’lardan itibaren de iki toplum arasında sürtüşmelerin başladığı fakat iki büyük liderin işbirliklerinin devam ettiği bilinir. 1947’de iki ayrı devlet kuruluşuna giden uzun süreçteki keskin ayrışmada Kolonial gücün herhangi bir dahli olmuş olabilir mi?

Şurası bilinmelidir ki, Hindistan’da Britanyalıların daha iyi yönetebilmek için şiarı; “böl ve yönet” olmuştur. Ki, bu metodu ilk uyguladıkları yerdir, hatta deneyimleyip ustalaştıkları.. Bunu anladıkları süreç ise, 1857’de Hindistan’da başlayan büyük  “Sipahi” bağımsızlık ayaklanmasıdır ki, bu büyük kalkışma sırasında Hindu ve Müslümanlar İngilizlere karşı el ele çarpışıyorlardı. 

(Zaten gelecek Mart ayında Paris’te yayınlanacak, uzun bir belge/arşiv çalışması neticesi hazırladığım “Altın ve Gümüş Şehrinde” isimli son kitabımın da konusu budur. Bu istiklal savaşı esnasında birçok toplum lideri yanı sıra önemli bir Müslüman kadın da vardı. Ayrıca bundan dolayıdır ki, konu daha da ilgimi çekti. Çünkü bugün Müslüman kadınlar hakkında epey olumsuz yorumlar görülmekte.. Halbuki yüzyılı aşkın süre Hindistan İstiklal Savaşı örgütlenmesi ve yürütülmesinin sağlanabilmiş olmasının, bir Müslüman kadının gayret ve yeteneklerine bağlı olduğunu göstererek, bugünkü önyargının düzelmesine katkıda bulunmak istedim.)

Gösterilen büyük halk direnci karşısında, bu andan itibaren de İngilizler Hinduların ve Müslümanların ayrılmaları gerektiğini düşünmeye başladılar. Son bulduğum belgeye göre; Viceroy-Hindistan Genel Valisinin eyaletlerdeki valilere gönderdiği yazı şöyle: 

“Bundan böyle tarih kitaplarını değiştirmemiz lazımdır, şöyle ki, bundan sonra; oldum olası Hinduların Müslümanları, Müslümanların da Hinduları katlettikleri şeklinde bilinmelidir..”

Halbuki bu tamamıyla gerçek dışıdır. Örneğin, bazı büyük Hindu liderlerin generalleri Müslümandı.. Keza büyük Müslüman Moğol liderlerinin generalleri ise Hindu.. Büyük bir toleransın hakim olduğu Hindistan’da hiçbir zaman dini sebeplerle savaşılmadı. Olmuş  bazı çatışmalar ise sadece siyasi güç veya toprak kazanımı gibi sebeplere bağlıydı.

Böylece, sessizce ve ufak ufak İngilizler toplumu zehirlemeye başladılar. Daha sonra Arap Yarımadası ve Mezopotamya’da uygulanan “böl ve yönet” sisteminin oluşturulması ve geliştirilmesi için Hindistan toprakları bir anlamda Büyük Britanya’nın siyasi laboratuvarı olmuştur. İşgalin son yıllarına gelindiğinde ise, Hindistan nüfusunun azınlığını oluşturan Müslüman topluluklar, İngilizlerin çekilmesi sonrasında çoğunluk Hinduların kötü muamelelerinin artacağından endişe duymaya başladılar ve aile hukuklarının muhafaza edilmesini talep ettiler. Başlangıçta Nehru buna karşı çıkmasına rağmen Viceroy-Genel Vali Mountbatten’ın ısrarı ile kabullenmek mecburiyetinde kaldı. Fakat tahminen 40’lı yılların başında, güneyde yaptığı bir miting esnasında, binlerce Hindunun kızgınlıkla Müslüman topluluğun aile hukukunun kabulü hususunda protestoları karşılığında Nehru’nun, “Merak etmeyiniz istiklalimizi elde edince ne gerekli ise o nu yapacağız.” yanıtı üzerine endişelenen Müslümanlar ileride ezileceklerini düşünmeye başladılar. Cinnah’ın bir şekilde otonomi ve aile hukukunun tanınması ötesinde ayrılmak gibi bir projesi yoktu ve Hindistan içinde yaşamın devamını düşünüyordu. Fakat oluşturulan büyük baskılar, tehditler karşısında ayrı bir Müslüman ülke olma yolunu seçmek mecburiyetinde kaldılar.

Bunlar tarihin aydınlanması için  önemli  bilgilendirmeler.

Evet bu dönem çok önemlidir her nedense pek de bilinmez.

- Bugüne gelindiğinde, Hindistan ile Pakistan arasında yakın gelecekte herhangi bir uzlaşma zemini oluşabilir mi?

Maalesef bugün için zor gözüküyor. Çünkü, Hindistan Başkanı Mudi aşırı Hinduist Partinin lideridir ki bu parti son derece tehlikelidir. Mensupları tarafından birçok katliam düzenlenmiştir. Dolayısıyla bugün olduğu gibi Müslümanlar uzun zamandır korkuyorlar. 20 - 30 yıldır genel olarak hep bu parti taraftarlarınca büyük katliamlar organize edildi. Bu aşırıcılar tarafından binlerce kişi, bilhassa Bombay havalisinde katledildi. Bu aşırılık partizanları Müslüman ve Hristiyan Hintlilerin önceden Hindu olduklarını, dinlerini değiştirdiklerinden tekrar Hinduizme dönmeleri gerektiğini, yoksa ülkeyi terk etmeleri gerektiğini talep ediyorlar.  Bugünkü Müslüman, Hristiyan ve Budist Hint toplulukları kökte Hindu idiler. Gelen Müslümanlar sadece bir avuç kadardı. Büyük kitlelerin gönülden, istekle yeni dini kabullerinin temel nedeni sosyolojiktir, çünkü kast sisteminin en altında yer alan topluluklar hiçbir hukuka ve hakka sahip değillerdi. Hatta bir üst kasttan biri yemek yerken yanlarından dahi geçemezler. Sebebi gölgelerinin yiyeceği mundar ettiğine ve Hindu’nun temizliğini kirlettiğine inanılır, benzeri sebeplerden inanılmaz derecede ezilen büyük topluluklar Müslümanlığı, Hristiyanlığı ve Budizm’i kabul ettiler. Sonuçta prensip olarak bu üç dinin temelinde de bir çeşit adalet ve insanın eşitliği vardır. Hinduizm de ise prensip olarak 4 kast mevcuttur diğerleri en üst dokunulmazların kastı altında yer alırlar. Geçenlerde genç kuzenlerimden birinin anlattığı örnek; Bombay’da yolda yürürken yemek yiyen bir Hindu küfrederek yemeğini fırlatmış çünkü kuzenimin gölgesi Hindu’nun yemeğini kirletmişmiş. Bu halükarda ve şartlarda böyle bir ülkede nasıl birlikte yaşanılabilir ki.

- Bu şartlar altında yakın gelecekte herhangi bir uzlaşı öngörmüyorsunuz.

Yok yok, hayır birlikte yaşayamazlar fakat uzlaşabilirler tabii ki. Ama büyük Keşmir sorunu var. Hindistan içinde olan Keşmir bölgesinin yüzde 90 nüfusu Müslüman ve bağımsızlıklarını istiyorlar. Fakat 10 - 15 yıldır önemli bir Hindistan ordusu bölgeye konuşlanmış durumda ve bugün Keşmir’de hiçbir aile yoktur ki  bir üyeleri katledilmiş ve ya  yaralanmamış olsun. Sonuçta Keşmir’de büyük bir problem var ve maalesef çok az bahsedilen bir konu.

- Evet maalesef hemen hiç bahsedilmeyen bir konu.. Yeni dünya düzenine doğru süratle yol alıyoruz. Hindistan’ın düzendeki yeni konumu ne olur?

Tabii Hindistan çok büyük bir ülke, dünyanın nüfus açısından 2. ülkesi ve bir çok entelektüel ve kabiliyetli vatandaşları mevcut, bölgesinde nükleer arsenale sahip, agresif  büyük güç. Dolayısıyla etrafındaki daha küçük ülkelere de korku salıyor. Fakat Çin tarafından başarısızlığa doğru itiliyor, dolayısıyla Hindistan ve Çin’in iyi ilişkiler içinde oldukları söylenemez. ABD tarafından desteklenen Hindistan, Çin’e karşı bir güç olarak hazırlanıyor.