​KATAR MESELESİ, SELEFİ İSLAMCILIKLARIN SAVAŞI VE HANEFİ-MATURİDİ EKOL

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bugün, dünya ekonomisindeki emtia ve menkul kıymet borsaları Katar'a uygulanan ablukaya bağlı olarak çalkalanmaktadır.

Bugün, dünya ekonomisindeki emtia ve menkul kıymet borsaları Katar’a uygulanan ablukaya bağlı olarak çalkalanmaktadır. Kasabanın Şerifi’nin şeytan bakışlı Abdülvehhab’ın torunları ile arz-ı endam ettiği Kılıç Dansı sahnesi ile açılan Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni cephesi görünüşte Katar’ı hedef almakla birlikte, esas olarak hedefe Türkiye ve İran’ı koymuştur. Bu arada, parantez arasında belirteyim ki, bu Kılıç Dansı bana nedense Çağrı filmindeki Bedir savaşı öncesi Mekkeli müşrik bedevi reislerinin Ebu Cehil’in çadırında yaptıkları Kılıç Dansı sahnesini hatırlattı. Suudilerin Kasabanın Şerifi’nin namlularını kendilerine doğrulttuğunu görünce çöl rüzgârlarına taş çıkaracak bir kıvraklıkla Haçlı Ordusu’nun yanında saf tutması belki size anlaşılmaz gelebilir. Ama biraz tarih bilen insanlar için bu hiç de şaşırtıcı değildir. Ayrıca, bu mesele, Selefi–Vehhabi anlayışını masaya yatırmadan ve 20’inci yüzyılda “İslâm’da İhya Hareketleri” gibi cüretkâr bir adla ma’ruf olan Selefî–Devrimci anlayışı kavramadan da anlaşılamaz. Bugün, birbirine kılıç çekmiş olan bu iki İslamcı siyasi hareketi anlatmaya çalışacağım. 

Selefî–Vehhabi ekolün temel dayanağı muhaddis ve fâkih İbn-i Teymiyye olmakla birlikte, ismini de tevarüs ettiği esas kurucusu Muhammed ibn-i Abdülvehhab’dır. İbn-i Teymiyye Hanbelî mezhebinden olmakla birlikte, zaman içinde Ahmed ibn-i Hanbel’den farklı bir çizgiye savrulmuştur. Dinin ana kaynağı olan Kur’an ve Hadislerin yüzeysel (zahiri) anlamlarını aynen kabul ederek hiçbir yoruma (aklın kullanılmasına) taraftar olmamıştır. Gitgide Ehl-i Sünnet itikadından ayrılarak adeta homomorfik (insana benzeyen) ve cismani bir Tanrı anlayışına kadar uzanmıştır. İbn-i Teymiyye, kozmopolit (Araplar dışında başta Fars ve Türkler olmak üzere yabancıların topluma katılması anlamında kullanılır) bir toplum haline gelen Müslümanların gerçek İslam anlayışından uzaklaştığını ve yabancı kültürlerden (İran ve Türk kültürleri) etkilenmiş bid’at ve hurafalere kapıldığını söyler. Çözüm selef-i salihine (doğru yoldaki önceller ya da Arap asabiyesi ve Kureyş töresi) geri dönmektir. Muhammed ibn-i Abdülvehhab 18. yüzyıl sonunda Hicaz’da peydah olmuş bir İbn-i Teymiyye şakirdidir. Temel sloganı “İslam’a dönüştür” ki, sanki Osmanlı Düzeni gayr-ı İslamidir. Hedef kitlesi “çöl bedevileridir” ve ana mücadelesi de dinen bid’atlere (bid’at İslâm’da kökü bulunmayan sonradan geliştirilmiş yenilik anlamına gelir ve burada her türlü tasavvuf ekolü ve kendi deyimiyle “hakim ehl-i sünnet anlayışının köhnemiş ve yozlaşmış yapısı” demektir) ve siyaseten de Osmanlı Hükûmeti’ne karşıdır. Hicaz Araplarını Mekkî bir devlet etrafında birleştirmek de amacıdır. Onun en yakın takipçisi Muhammed ibn-üs-Suud’dur ki, bu adam bugünkü Suudi Hanedanı’nın kurucusu ve namlı bir eşkıyadır. Abdülvehhab’ın fikirlerini hayata geçirerek selefi ve bağnaz bir devlet kurmayı amaçlamış (unutmayın o dönemde bu topraklar Osmanlı Devleti’nin vilâyeti idi) ve 40 yıl boyunca o ve ardılları bütün Hicaz’ı kılıçla hizaya getirmeye çalışmıştır… Bu arada ciddi oranda İngiliz desteği de almışlardı. Sonuç ise, Kavalalı Mehmed Ali Paşa marifetiyle oğlu ve torunlarının derdest edilmesi ve cennetmekân el-Gazi Sultan Mahmud Han-ı Sani’nin huzurunda Beyazıt Meydanı’nda kellelerinin vurulması olmuştur. Bugün Selefi-Vehhabi anlayış, petrol gelirleri, Kasaba’nın Şerifi’nin desteği ve İslâm’ın en bağnaz yorumu ile Hicaz bölgesinde arkaik bir sultanlık rejimi olarak hüküm sürmektedir.  Bu sultanlık rejimi Batı emperyalizminin en gözde kuklası konumundadır.     

Selefî–Devrimci anlayış ise, farklı renklere sahip olsalar da, 20’inci yüzyılda Hasan el- Benna, Seyyit Kutup, Muhammed Kutup ve Ebu’l Ala el Mevdûdi gibi isimler etrafında şekillenmiştir. Onlar da, arkaik olarak gördükleri geleneksel fıkıh sistemine karşı bir tavra sahiptirler ve Kur’an, Sünnet ve Hicrî 1’inci yüzyıldaki Arapların İslâm anlayışına (selef-i salihin) dönmeyi savunurlar. Vehhabilerden farkları saltanat rejimlerine ve milli devletlere karşı olmalarıdır. Bir nevi “İslâm Enternasyonalizmi”  peşindedirler ve Batı Emperyalizmi’nden önce kendi ülkelerindeki anti-emperyalist ve milli devlet yapılarına karşı siyaset geliştirirler. Günahlarını almayayım ama, sanki bunlara da ciddi bir İngiliz–ABD– İsrail eli değmiş gibi gözükmektedir. Bugün de, Selefi–Devrimci anlayış İhvân-ı Müslimîn ve Hamas gibi gruplar içinde örgütlenmiştir. Günün ve coğrafyanın şartları, özellikle Hamas’ı anti-emperyalist bir çizgiye getirse de, ana çıkış noktaları İslam dünyasında milli devletlere karşı olmaktır. Katar’a yapılan operasyon da, İhvan ve Hamas’a verilen destek bahane edilmektedir. Ancak, ana sebep Katar’ın Kasabanın Şerifi’ne haraç vermemesi ve İran’a operasyona karşı çıkmasıdır.  

Bu iki grubun birbirlerinden diğerini yeryüzünden jiletle kazıyacak kadar nefret etmeleri dışında bir ortak tarafları daha vardır: İslâm’ın yozlaşmasına sebep olduğuna inandıkları Osmanlı İmparatorluğu ve Türkler ile onların temsil ettiği geleneksel Sünni anlayıştır. Bugün trajedi odur ki, bu selefi akıma mensup olanlar bütün dünyada (ancak genel bir cehaletle sabit olacak şekilde) Sünni dünyanın temsilcisi olarak bilinmektedirler.

Bizim mensubu olduğumuz Hanefi – Maturidi ekolde, insan aklı geri plana itilmez aksine dinde en önemli hüküm kaynaklarından biri kabul edilir. Bu ekolde bireyin tercihleri öne çıkarılır ve dönemin (Hicrî 2-4’üncü yüzyıllar) şartlarına göre nispeten seküler bir anlayış hakimdir. Geleneksel Ehl-i Sünnet anlayışında revize edilmesi gereken durumlar olabilir, ama bu beni aşmaktadır. Ancak, Ehl-i Sünnet’in siyaset teorisinde herkesin bildiği bir nokta vardır: ulül – emre itaat, yani devlet otoritesine itaat. Ehl-i Sünnet düşüncesinde, hiçbir şekilde devlet dışı halk ayaklanması, ihtilalcilik ve benzeri anarşist söylemler kabul edilmez. Dahası, cihat, kerameti kendinden menkul hacı ve hocaların fetvası ile olmaz, bu alan meşru devletin alanıdır. Türkiye, bir imparatorluk bakiyesi olan, laik demokratik sosyal bir hukuk devletidir. Bin yıllık medeniyetimizde ve devlet geleneğimizde Şiilere karşı cihat anlayışı yoktur. Osmanlı–Safevi savaşları da bu bağlamda ele alınamaz. Sünni ve Şii Müslümanlar arasında, Osmanlı hükmü altında hiçbir ayrımcılık yapılmamış, bugün olduğu gibi nefret tohumları ekilmemiştir.

Sonuç… Katar’a yapılan operasyon, Kasabanın Şerifi’nin aklının yetmeyeceği ve ABD emperyalizmini 30 yıldan beri hayata geçirmeye çalıştığı Büyük Ortadoğu Projesi için İslam Alemini birbirine kırdırma yolunda atılmış bir adımdır. Türkiye’nin İran’la savaşa girmesi değil, İran’la omuz omuza olması gerekir. Sayın Cumhurbaşkanı’mızın bu konuda ciddi mesai sarf ettiğini biliyoruz, fakat İranlılar bu konuda basiretsiz davranmışlardır. Bugün bıçak kemiğe dayandığı için bizimle ortak noktaya gelmektedirler. Şunu iyi bilelim: Türkiye’nin ne NATO’ya, ne İncirlik Üssüne, ne de eşkıya çocuklarının kuracağı Selefî-Vehhabi NATO’suna ihtiyacı vardır. Güçlü bir ordumuz ve sağlam bir liderliğimiz vardır. Katar konusunda hükümetin pozisyonu doğrudur. Eğer Haçlılar biraz yürekliyseler, Türk Ordusu buradadır; bekleriz. Gelsinler, yüzleşelim. Halep oradaysa arşın da buradadır.