Elbette din alimi değilim.

Elbette din alimi değilim.

Söz konusu olduğunda ancak dini kaynaklardan naklederek ve muhatapların içine öncelikle kendimi de katarak sizinle paylaşırım…

Dolayısıyla benimkisi haşa vaaz değil, düşüncelerimi paylaşmak.

Herkesin ezbere bildiği ve kabul ettiği doğrular için kaynak ve açıklamaya lüzum yok.

Yaratılmışların en şereflisi insan…

Ama o insan ki, dünyadaki imtihanında Allah’ın emir ve yasaklarına uyup manevi bir yükselme ile meleklerden daha üstün derecelere çıkabilir, Allah’ın emir ve yasaklarını çiğneyerek hayvandan aşağı derecelere inebilir.

Ve ben de bir insanım.

Rabbimin takdir ettiği zaman kadar yaşayıp öleceğim.

Belki bugün… Belki yıllar sonra…

Her insan gibi reflekslerim, öfkelerim ve sevinçlerim var.

Fakat davranışlarımın sonucu beni, hayvandan daha aşağı olmakla meleklerden üstün olmak arasında bir yere konumlayacak.

Burada yazıyor olmayı bırakın, üç beş bilim dalında allame-i cihan da olsam birileri çıkıp bana akıl verecek, nasihat edecek. Normaldir. Vay sen bana nasıl akıl verirsin ahmaklığı içine girmeyeceğim.

Bu kibir olur. Kibir ki, günahların en tehlikelisidir. Allah, o sadece bana mahsustur buyuruyor ve çok şiddetli ikaz ediyor.

Ancak kibirle gelene kibirle karşı konulur. İzin var.

Memleketim Sakarya’da yaşanan mülteci tecavüzü ve cinayeti haberlerine psikolojik bir travma ile kendimi kapadım uzun bir süre. Suçluların yakalandıkları anda ve yerde, sonucu ölüm olacak şekilde cezalandıracak bir hukukun olmaması, bu psikolojik travmamın başlıca sebebi.

Yaşadığımız hadiseler içimizde öfke biriktiriyor, sevinç biriktiriyor, ümit biriktiriyor ve sonra yaşanan bir hadise ya öfkemizi, ya sevincimizi, ya ümidimizi başka bir hale geçirecek şekilde değiştiriyor bizi.

Öfkemiz taşarsa isyan ediyoruz. Veya içimize kapanıp hayata set çekiyoruz.

Sevincimiz taşarsa herkesle paylaşacak kadar coşuyoruz mesela…

Ümidimiz taşarsa, bir işe kalkışıyoruz veya yeni kararlar alıyoruz.

Hayatla gayretimizin arasındaki direnç ipi üstünde cambazlık halindeyiz.

Ve paylaşmak en doğal ihtiyacımız.

İpten düşmemek için denge çubuğu adeta.

Ama “sus” diyorlar…

“Her doğru her yerde söylenmez…”

Peki, her yerde söylenmez ama hiç mi söylenmez?

Bazen de “Boş ver” diyorlar…

Kendi kendimize boş vermişliğimiz ve boş verdikçe boşluğa mahkûm edilişimiz ne olacak?

Yalanlar birikiyor. Yalanlar üzerine binalar inşa ediliyor.

Nasihat verenimiz de, nasihat alanımız da “huzur”dan uzak bir yorgunluk ve tereddüt içinde, eşref-i mahluk olarak yaratılmanın sermayesini tüketiyoruz.

Helal ve harama inanmazsak, hakkı ve hukuku çiğnersek, hatalarımızla yüzleşmezsek ne “adalet” isteğimizin bir anlamı olur, ne kör- topal işlemeye çalışan yargının.

Ben şimdi Kemal Kılıçdaroğlu’na “Güzel, adalet istiyorsun. Hepimize lazım. Fakat senin partinin geçmişinde hukuk yok. Önce İstiklal Mahkemelerine uzan. Oradan günümüze kadar gün gün kendi tarihinle yüzleş. Yalan da söyleme. Ondan sonra adalet arayışına şapka çıkarayım.” diyemeyecek miyim?

Sonra dönüp Cumhurbaşkanımıza, “Geç gelen adalet, adalet değildir. Diğer taraftan yanında ve safında yaşanan adaletsizlikler için icraat görmek istiyoruz.” diyemeyecek miyim?

Biz susalım!

Büyüklerimiz her şeyi biliyor!

Kim büyük? Kim biliyor? Niye susayım?

“Bu yanlış” diye bağırdığımda, kimse aksini iddia etmiyor.

Sadece “sus”!

Artık seçmeni gaza getirerek siyaset tanzim etmek eskisi gibi olmayacak.

Kılıçdaroğlu adaletin tarifini yapmayı öğrenecek. Ondan sonra yürüyecek.

AK Parti de iktidarsa, adaleti her anlamda tesis edecek.

Biz de millet olarak artık “sus”, “boş ver” diyenlere aldırmadan, insanlık şerefini temsil kabiliyetine sahip olanlara yol vereceğiz.

Hangi partiden olduğuna bakmadan…

Hangi mahallede oturduğunu umursamadan…

“insan

eşref-i mahlûkattır derdi babam

bu sözün sözler içinde bir yeri vardı…”