Dünya sanki işaret veriyor insanoğluna.

Dünya sanki işaret veriyor insanoğluna. Kendimizi büyük görme kompleksimizden arınmamız için. Gidiyor dünyanın en güçlü ülkesini vuruyor ve sanki: “Uzaya da gitsen evin burası. Benimle uyumlu olmak zorundasın” diyor.

Donald Trump Başkan olduğunda ilk işi ülkesini Paris İklim Anlaşması’ndan çekmek oldu. Derdi, Amerikan sanayisi içindeki havayı kirleten sektörlerin üzerinde kısıtlamayı kaldırmaktı. Ve anında gereken cevabı aldı. Florida eyaleti bir felaketin kucağına düştü. Sanki okyanus tüm öfkesini biriktirdi tek bir seferde saldırdı. Milyonlarca kişi evlerinden tahliye edildi, evler, sokaklar tarumar oldu. Şu aralar kayıtlı tarihin en güçlü kasırgası Amerikan kıyılarını vuruyor.

Rüzgâr, havanın alçak ve yüksek basınç bölgeleri arasındaki yer değiştirmesinden oluşur. Bu farklar ne kadar büyük olursa rüzgârın hızı da o kadar artar. Eğer rüzgârın hızı saatte 100-110 kilometreye çıkarsa adı değişir ve fırtına olur. Amerikalılar çok sık karşılaştıkları bu doğa olayını özellikle askeri etkinliklerinde isim olarak kullanmayı çok severler. Tıpkı 1991 Ocak ayındaki Irak’a yönelik “Çöl Fırtınası” harekâtında olduğu gibi.

Eğer rüzgâr hızını kesmez ve daha da artırırsa artık adı değişir. Bu kez ona “Kasırga” demeye başlarız. Hızına göre kendi içinde kategorilere ayrılır. Bazen hızı 300 kilometreyi bulur.

Doğa olayları elbetteki bir cezalandırma aracı değildir. Kendiliğinden olur. Ve bugün milyonlarca insan bir felaketten kurtulmaya çalışıyor. Umarız can kayıpları yaşanmaz. Zaten eğer Amerika bu işi atlatamazsa dünyanın başka hiçbir ülkesi atlatamaz. Ancak Dünya ikliminin ısınması ve beraberinde getireceği sorunlar da görmemezlikten gelinemez. Fakat özellikle bu işten ağırlıklı olarak gelişmiş sanayi toplumların sorumlu olduğu düşünülürse, önlem için onların daha çok çabalaması gerekmez mi?

SERVİSLER SOKAKLARI ESİR ALDI

İstanbul gibi devasa bir şehirde insanların bir yerden bir yere taşınması çok önemli. Peki bu taşınan insanları taşıyan araçlar ne yapıyorlar sizce?

Diyelim ki sabah 09.00’da insanları iş yerlerine bıraktılar. Sonra akşam 18.00’a kadar bir yere çekip bekliyorlar. Ve bu bekleme yaptıkları yer de zaten sıkışık trafik yüzünden geçilmez hale gelen ara sokaklar oluyor.

Servis şoförleri, servis çektikleri yerlere yakın bir yer belirleyip, uzak bir yere gidip fazla benzin yakmamak için bütün gün İstanbul trafiğini boğuyor.

Ortalama bir İstanbullu bu servislerin davranış biçimlerini aşağı yukarı kestirebilir. Öncelikle biri-ikisi uygun bir alan buluyor. İlk zamanlar az araç oluyor o yol boyunda. Sonra hepsi birden yığılıyor. Dağ, taş servis aracı doluyor. Taa ki birileri şikâyet edip, trafik ekipleri gelip müdahale edene kadar.

Bir yerde servis aracı kümesi bulursanız yakınındaki bir kahveye bakın. Şoförleri de genellikle orada duruyor. Olan sıradan vatandaşa oluyor.

Minibüs ile öğrenci ve çalışan taşımacılığı büyük bir sektör. Kimsenin neden oldukları yolunda bir sorusu yok. Ama birilerinin onlara caddelerin onların işgal edip günde 8 saat bekleyebilecekleri bir alan olmadığını anlatması lazım.

Sadece İstanbul’da trafiğe kayıtlı 90 bin minibüs olduğu görülüyor. Bir kısmı hatlı bir kısmının da özel kullanımda olduğu hesap edilirse geriye en az 50 bin araç kalıyor böyle sokaklarda park edip bekleyen. Bu 50 bin servisin 15 bini öğrenci, 35 bini ise personel taşımacılığı yapıyor.

Servis araçları zaman zaman güvenlik nedeniyle gündeme geliyor. Evet, bu da önemli ama diğer tarafı yani şehrin caddelerinin terörize olması da eş değer önemde.