​Yıllar evvel bir yıl içinde iki kez İran'a gitmiştim. Amacım, İran film platolarını gezmekti. İran özellikle dini filmler konusunda uzman. Rejimin yapısı gereği bu işte ustalaşmışlar. Bizim gibi de yap boz işlerle uğraşmıyorlar. Bir kez plato kurdular mı gerçekten kuruyorlar. Yani o dönemi inşaa ediyorlar.

Yıllar evvel bir yıl içinde iki kez İran’a gitmiştim. Amacım, İran film platolarını gezmekti. İran özellikle dini filmler konusunda uzman. Rejimin yapısı gereği bu işte ustalaşmışlar. Bizim gibi de yap boz işlerle uğraşmıyorlar. Bir kez plato kurdular mı gerçekten kuruyorlar. Yani o dönemi inşaa ediyorlar.

İlk gezdiğim plato, neredeyse Tahran’ın içi sayılabilecek bir uzaklıktaydı. Dolaşmak, ilgililerle görüşmek tüm günümüzü almıştı. Bu platoda Kufe kenti adeta yeniden kurulmuştu. Hani şu, Bağdat’ın 150 kilometre güneyinde, Necef’in 10 kilometre yakınındaki kent. Özellikle İranlılar için çok ama çok önemli. Çünkü, Hz. Ali döneminde İslam İmparatorluğu’nun başkenti haline getirilen, onun öldürüldüğü ve türbesinin olduğu yer burası.

Kufe dönemin özelliklerine göre çarşısı, pazarıyla, evleriyle yeniden kurulmuştu. Bir kez böyle bir plato kurulduğunda ise bundan sonra tüm dönem filmleri burada çekilebiliyor.

Aynı platoda mesela İran tarihinin önemli olaylarının geçtiği mekanlar, meydanlar da inşaa edilmişti. Öyle dekor olsun diye değil ha. Bildiğiniz betonarme evler yapmışlardı.

Etkileyici bir diğer bölüm ise kostüm ve silahların tutulduğu depolardı. Tüm kostümler özenle temizlenip ütülenmiş, askılara asılmıştı. Silahlar da aynen öyle.

Bir diğer gidişimde ise bir başka platoyu ziyaret etmiştik. Öyle kolayca gidip kapıyı çalıp “Biz geldik” denildiğini zannetmeyin.

Şehir dışındaki plato askeri bir bölgedeydi. Özel izinlerle, tanıdık bularak girdik. İlk gözüme çarpan sağda solda bir sürü yanmış, hurda haldeki tankların olmasıydı. Bu İranlıların “Büyük savaş” dediği, İran-Irak savaşıyla ilgili filmlerin çekildiği bölgeydi.

Biraz daha gittikten sonra bir tepenin eteklerinde belki binlerce yıl öncesine ait antik bir kentin kurulduğunu gördüm. Kent, evleriyle, sokaklarıyla orada duruyordu.

Ve sonunda televizyon izleyicilerinin aşina olduğu Hz. Yusuf dizisinin çekildiği sete ulaştık. İranlılar 4 yıl süresince bir Mısır uygarlığı kurmuşlardı. Caddeleri, meydanları, tapınakları, taht odalarıyla. Hatta olay Mısır’da geçtiğine göre bir de Nil nehri gerekiyor diye Nil bile yapmışlardı. Gerçi orta boylu bir göletti ama kamera açısına bağlı olarak Nil nehri gibi duruyordu. Üzerinde Mısır dönemi saz kayıkları bile vardı.

O sıralarda İran sinemasının çok önemli isimlerinden Majid Majidi. (Türkçe Mecid Mecidi diye okuyabiliriz zannediyorum.) Hz. Muhammed filminin çalışmalarına daha yeni yeni başlamıştı. Devasa yeni bir plato kurulacağı anlatılıyordu. Filmin prodüktörlerinden birinin ofisine konuk olduk. Duvarlar filmin storyboard’larıyla doluydu. Herkes çok heyecanlıydı. Bize yemek ikram ettiler. Pilav ve soslu tavuk. Çok da lezzetliydi.

O zaman ki tartışma Hz. Muhammed’in filmde nasıl gösterileceği idi. Çünkü İslam’da bu yasaktır. Ünlü Çağrı filminde Hz. Muhammed’i hiç görünmezdi. İranlılar çektikleri dini filmlerde Hz. Ali’nin de yüzünü göstermezler. Ama onun dışında vücudunu, ellerini, yani yüzü dışındaki her yeri gösterirler. Hz.Muhammed konu olduğunda nasıl bir yol izleyecekleri akıllarda soru işareti olarak duruyordu. Nitekim aynı yöntemi izlemişler. Bu da, filmin özellikle El Ezher tarafından protesto edilmesine yol açmış.

Filmin daha masabaşı planları yapılırken bir ekip TRT’ye gelerek yayın hakkı veya ortaklık konusunda istekte bulunmuştu. O zaman TRT’den 10 milyon dolar istendiği kulağıma çalınmıştı. Anlaşma yapılamadı diye hatırlıyorum.

İşte ‘Hz. Muhammed: Allah’ın elçisi’ filminin bir cephesi de böyle.

O zaman platoları dolaşırken, “Bu kadar büyük yatırımları nasıl yapıyorsunuz? Ya dizi tutmazsa” demiştim. İranlı prodüktörler ne demek istediğimi anlamamışlardı. Sonradan öğrendim ki, İran’da bir dizi için kaç bölüm anlaşma yapılıyor ise yapımcılar o kadar bölümü çeker teslim ederlermiş. Dolayısıyla bizdeki gibi iki bölümde kaldırılan dizi olmazmış.

MEYDAN ÇAKALLARA KALMASIN
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’a bir lokantada kurşun sıkan saldırgan ile Güneydoğu’da Ak Partili politikacıları hedef alanlar arasında hiç bir fark yok. İkisinin de amacı belli. Bu korkunç coğrafyada ayakta durmamızı sağlayan yegane güç olan demokrasiyi yok etmek. Serbest seçimlere dayanan düzenimizi bozmak.

PKK’lı hangi motivasyon ile hareket ediyorsa, Bülent Tezcan’ı hedef alan da aynı duygu içinde. Silahı çeken belli ki kulağı kesik bir çakal. Belli ki, az ceza alacağını düşünüyor.

Ama bunun bir siyasi saldırı olduğu anlaşılıyor. Siyasi bir saldırının ‘normal yaralama’ gibi işlem görmemesi gerekli. Şimdi sakın “PKK örgüt, bu tekil bir şahıs” savunması yapılmasın. Bu, bundan sonra başka şeylerin önünü açar.

“Bu kelepçeler bana devletin verdiği şeref madalyasıdır” türü açıklamalar yapan bu kişinin yargılama sırasında söyleyecekleri aşağı yukarı belli. “Benim eskiden husumetim vardı. Bana küfür etmişti. Tavuğuma kışt demişti” diyecek.

Eğer bir siyasi saldırı değil de adi yaralama gibi işlem görürse de 6 ay tutukluluktan sonra serbest bırakılacak. Savcının, bu işe bir ‘anayasa suçu’ kapsamında yaklaşması gerekiyor.

Çünkü, ana muhalefet partisinin genel başkan yardımcısının bir silahın 5 derecelik açısına bağlı olarak hayatta kalması azımsanacak, küçümsenecek bir suç değil.

İşi detaylandırırsak, Twitter’da “Ak silahlanma” başlığı altında ortalığı yaygaraya veren kişinin bir FETÖ’cü olduğu anlaşıldı. Haberler bunun üzerinden işlendi. Ama kimse bu FETÖ’cünün gazına gelip, “Halk kimi vuracağını bilir” diye yazılar yazan, Twitter’da sağa sola gürleyen, güya ‘Hükümet yanlısı’ kimilerini çok hatırlamadı. O zaman da yazmıştım. “Bunlar zarar veriyor. İktidar olmanın doğası emir zinciri dışındaki kimselerin eline silah vermemekten geçer” diye. Nitekim gelişmeler beni doğruladı. Bu internet fenomeni FETÖ’cü bulundu. Evinden de bir servet çıktı.

Ne yani, polisi, askeri, savcıları, mahkemeleri, tüm yasal ve adli sistemimizi bırakıp halk mangalarına mı yetki verecektik? Biz orta Afrika’da bir sömürge ülkesi miyiz ki yasalarımızı uygulayamayalım? Hangi siyasi iktidar bunu kabul eder? Bırakın iktidarı, kendisine “Siyasi parti” diyen hangi oluşum bu durumu ister?