Şimdiki aklım olsa mesleğe başlarken polis muhabiri değil, otomotiv muhabiri olurdum.
Şimdiki aklım olsa mesleğe başlarken polis muhabiri değil, otomotiv muhabiri olurdum. Dünyanın en keyifli işi. Otomotiv firmaları acayip sahip çıkıyor. Bir gün Patagonya’da, bir gün Endülüs’te araba kullanıyorlar. Hem de dünyanın en lükslerini. Sonra da oturup yazıyorlar: “Şöyle kullandık böyle kullandık diye.” Yahu araba kullanmakta ne var? Tamam bir kısmı belli bir yetenek ister ama gazetecilik bunun neresinde? Hele bir de bir dergi falan varsa elinizin altında değme keyfine. Ayrıca otomotiv fuarları da çok keyiflidir mesela. Amerika, Paris, İsviçre. Kimsenin, örneğin Tahran’daki bir otomotiv fuarına gittiğini görmedim. Veya Karaçi’ye.
Eğer otomotiv muhabiri olamazsam ekonomi muhabiri olmak isterdim. En iyisi onlar. Kimi zaman otomotivcilerden bile daha iyi. Öncelikle yazları klimalı, kışları kaloriferli salonlardasın. Muhatapların büyük patronlar. Eğer kendi çalışanı değilseniz size genellikle iyi davranırlar. Hükümet desen zaten bütün verileri önüne koyuyor. Alt alta topluyorsun. Ne öyle yangında duman altında kalıp ölme, ne sokakta dayak yeme, ne sınır ötesi harekâtı izleme ne de yüzlerce kilometre yürüme derdin var.
Her ikisini de beceremediysem spor muhabiri olmak isterdim. Öncelikle istediğin kadar boş konuşma hakkın var (Hepsi değil tabii). Söylediğin her şey en fazla bir sezonluk. Üstelik geçmişte söylediklerinizin yüzünüze vurulma, toplumsal tepkilerin hedefi olma durumu yok. (Gerçi 40 yılda bir Arda Turan’a denk gelirseniz kötü ama o da işin tadı tuzu.) En güzeli, kimi zamanlar etkili ve yetkili kimi kişilerin hedefine oturtulma sıkıntısı hiç yok. Üstelik dünya kupası dersin gezersin, olimpiyat dersin gezersin. Avrupa kupalarını ve hatta milli maçları saymıyorum bile. Evet kimi zaman sıcakta- soğukta stada gitmen biraz sıkıntı yaratır ama bunu da dert edeceksen bu işi yapma. Bir de pazar günleri çalışma zorunluluğu var ha. Yapacak bir şey yok.
Bu pazar günü çalışma zorunluluğu deyince eski bir Bab-ı Ali anekdotu geldi aklıma. Doğruluğu teyit edilmeli ama yine de aktarayım: Necmi Tanyolaç bizim başladığımız zamanlar efsanevi bir gazeteciydi. Zaten hep de öyle devam etti. Necmi bey pazar günleri çalışmayan bir spor müdürü imiş. Evi Adalardaydı. Bir pazar sabahı gazeteyi eline almış, görmüş ki bir hata var. Hemen gazeteyi aramış, telefonu çıkana fırça atmaya başlamış, “Benim burada güneş altında balık tutmaktan canım çıksın, siz orada hata yapın.”
Bütün bu alanlar içinde en “garibanı” ise magazinciler. Zannetmeyin öyle sürekli ünlülerin peşindeler diye bir elleri yağda, bir elleri balda yaşıyorlar. Öncelikle sektörümüzdeki ücret sorunu onlarda da had safhada var. Sonra, hiçbir özelliği, birikimi ve eseri olmayan biri görüldüğünde ona soracak soru bulmak kolay mı zannediyorsunuz? Neyse ki anahtar sorular var. Yalnızsa, “Aşk var mı?” Sevgilisi varsa, “Evlilik ne zaman?” Evliyse, “Çocuk ne zaman?” Evli ve çocuklu ise, “İkincisi ne zaman?” Uzun zamandır evli ve çocuklu ise de, “Ayrılık dedikodularına ne diyorsunuz?”. İşte bu sorular cepte ise 10 yıldır albüm yapmamış da olsa bir “ünlü” ile röportaj yapabilirsiniz. Asıl önemli sorun ise iş atlamak. Bodrum yarımadasını bir düşünün. Türkbükü bir yanda, Gümüşlük öte yanda. Kimi nerede bulacaksın? Hadi buldun nasıl görüntü çekeceksin? Tekne tutsan, şef parasını öder mi acaba? Tekneye para verdin, bir şey çekemedin fırça yersin. Binlerce kişi arasında çekeceğin ünlüyü nasıl göreceksin? Aşağı yukarı herkes aynı kıyafet içinde, yani mayoyla, nasıl seçeceksin? İş atlama riskin çok yüksek. Bodrum bitti, Çeşme var. Hangi birine yetişeceksin? Hadi teknelere bindin fotoğraf makinesini veya kamerayı denize düşürdün yandın. Derdini anlatamazsın valla. O kameraman çocuklar nasıl bebekleri gibi sarılır o koca aletlere görmelisiniz.
Bu sorunları aşmak için magazin muhabirleri kimi zaman iş paylaşırlar. Biri bir tarafa giderken, diğeri başka yana bakar. Mesela Bodrum’daki kardeşlerimden Doğan grubunda çalışanlar bir küme oluşturmuşlar. Aynı patrona çalışmak onların işini biraz da olsa kolaylaştırıyormuş. Diğerleri de kendi aralarında paslaşmaya başlamışlar. Bir tek Sabah hariç. O çocuğum tek başına yetişmeye çalışıyormuş her yere. Ama bu paslaşmaların varlığı haber atlatma olmadığı anlamına da gelmiyor ha. O her zaman bâki. Bu anlattığım sıradan işler için.
Magazincilerin görev bilinci ile ilgili bir şey anlatıp bitiriyorum: “Bir televizyon programı yapıyorum. Benimle çalışan sigortalı bir kameramanım var. Bir gün ek gelir için geceleri de magazin programlarına çalışmak için izin istedi. Alacağı ücret ise bizden aldığının üçte biri falan. Mekanların önünde bekleyecek. Ekmek bu. Tabii ki kabul ettim. Neyse aradan birkaç hafta geçti. Bir gün, 15 yıl günde 14 saat birlikte çalıştığım Defne Samyeli ile birlikte bir kafede kahve içtik. Öyle ayak üstü gibi. Muhabbet konusu da “Çocuklar ne yapıyor” falan. Çıkışta bir de baktım ki bir sürü kamera, fotoğraf makinesi. Tesadüf bu ya geçiyorlarmış görmüşler. Ellerinde de o akşam için çekilmiş bir şey yok. Sabah şef soracak: “Bütün gece yattınız mı?” sözleriyle. Yüklendiler bize. Biri çekince öbürleri de tetikleniyor. “Ulan ya bir şey çıkar da biz gözümüzün önündekini atlarsak” diye. Kameramanlara bakarken bir de ne göreyim. Bizim kameraman. Vizörden bakarken doğal olarak beni fark etti. Gözünü vizörden bir an için ayırdı ve “Naber abi?” deyip çekime devam etti.