EĞİTİMİN EKONOMİ POLİTİĞİ - I

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Eğitimin ekonomi politiği üzerine yazı dizisine bugün başlıyorum.

Eğitimin ekonomi politiği üzerine yazı dizisine bugün başlıyorum. Biliyorum ki, ben de dâhil olmak üzere, milletimizin önemli bir kısmı anne veya babadır. Bunların da / bizlerin de en büyük derdi çocuklarımıza sağlam bir gelecek temin edebilmektir. Bunun yolu da günümüz iktisadi şartlarında eğitimden geçiyor. Çocuklarımıza hayatlarını garanti altına alabilecekleri ve sıkıntısız yaşayabilecekleri geliri sağlayacak mesleki kariyere ulaşabilmeleri için yeterli eğitim imkânları sunmak derdindeyiz hepimiz.

EĞİTİM BİR TİCARİ DEĞER MİDİR?

Bireysel anlamda hepimiz bu sorunlarla boğuşurken eğitimin bir de toplumsal işlevleri bulunmaktadır. Geçen yazıda bahsettiğim gibi bir ülkenin serveti ve zenginliği üretim gücüne, üretim gücü de emeğin miktarı ve üretkenlik düzeyine bağlıdır. Emeğin üretkenliği ise hali hazırdaki işgücünün eğitim düzeyi ile bilimsel araştırmaların nitelik ve niceliği tarafından belirlenir. Bu manada, eğitim sistemi topyekûn olarak bir milletin zenginlik ve servetinin en temel belirleyicisidir. Pekiyi bu bizde böyle mi anlaşılıyor? Hayır. Maalesef Türkiye 1952’de NATO’ya girdiğinden bu yana iktidardaki hükümetler eğitim sistemini kendi sırtlarında bir yük ve eğitim hizmetini de diğer adi mallar gibi bir ticari meta olarak görmüşlerdir. Bunun sonucunda da 1952’den itibaren zaman içinde giderek hızlanan bir biçimde eğitim özelleştirilmiştir. Abdülhamit Han’ın maarif nazırı Emrullah Efendi’yi burada yâd etmemek mümkün değildir. Hani vaktiyle şakayla karışık “Şu mektepler olmasaydı maarifi ne güzel idare ederdim”, demişti. Şimdiki hükümetler de aynı görüştedirler. Ancak bir farkla: Emrullah Efendi şaka yapıyordu, bugünküler ise söylediklerinde gayet ciddiler…

“Hocam, siz bunu söylüyorsunuz da, kendi kızınızı devlet okulunda mı okutuyorsunuz?”, diye sormakta hakkınız var. Evet, ne yazık ki ben de kızımı anaokulundan beri özel okullarda okutuyorum. Bunun temel sebebi en başta belirttiğim kaygılardır. Kızıma iyi bir kariyer sağlama ihtiyacıma binaen elimi cebime atıyorum. Ancak benim bireysel kararlarım kurulu sistemin bozuk ve çarpık olmadığı anlamına gelmez.    

Bugün ilk önce eğitimin tanımını vereceğim. Sonra eğitim sistemi ve iktisadi yapı arasındaki ilişkiyi gözler önüne sereceğim. Burada yola çıkarak eğitimin ticari bir değer değil, ama bir kamu hizmeti ve toplumsal gelişmişlik ölçütü olduğunu belirteceğim.

EĞİTİMİN TANIMI

Eğitim bir tanıma göre planlı bir öğrenme sürecidir. Başka bir tanıma göre ise eğitim bilgi, beceri, değerler, inançlar ve alışkanlıkların elde edilme sürecidir. Eğitim yöntemleri sınıfta ders anlatımı, okul dışı zamanda öğrencilerin (ödevler vasıtası ile) çalıştırılması, hikâye anlatımı, tartışma ve doğrudan araştırmayı içerir. Eğitim çoğu zamanda meslekten eğitimcilerin rehberliği altında sürdürülürken, yine nadiren olsa da, insanlar kendi kendilerini de eğitebilirler. Burada meslekten eğitimcilerin öğretimde yöntembilimi / metodolojisi de pedagoji olarak tanımlanır.

Resmî eğitim genelde bir ülkede belli safhalara ayrılır: Okul öncesi eğitim, ilk ve orta öğretim, yükseköğretim ve lisan üstü öğretim. Bunun yanında geçmişten gelen ve doğrudan iş başında eğitim ve öğretim süreci olan çıraklık kurumu da bulunmaktadır.

Eğitim modern sanayi toplumlarında hem bir yükümlülük hem de bir haktır. Tıpkı askerlik gibi… Bu yüzden devletin en temel görevlerinden biri de her vatandaşının eğitim hakkını korumak ve bu hakkı elde etmesini sağlamaktır. Çünkü medeni bir toplumda, parası olanın daha iyi eğitim aldığı bir sistem kabul edilemez. Yani devletin diğer alanların hepsinden daha fazla eğitimde fırsat eşitliğine önem ve öncelik vermesi gerekir. 

İKTİSADİ YAPIDA DÖNÜŞÜM VE MİLLİ EĞİTİM SİSTEMLERİNİN ORTAYA ÇIKIŞI

Bir ülkede iktisadi yapıyı belirleyen ana etken üretim teknolojisidir. Her iktisadi yapı topluma farklı bir işbölümü ve uzmanlaşma dayatır. Bu işbölümü ve uzmanlaşma da sosyal ve siyasi üst yapıyı belirler. Üretim teknolojisi deyince hemen cep telefonları aklınıza gelmesin. Üretim teknolojisi iktisat biliminde üretimin hangi kaynaklarla ve nasıl yapıldığını gösteren üretim fonksiyonu ile temsil edilir. Bu anlamda, üretim teknolojisi ve iktisadi altyapı temelinde en genel olarak insanlık tarihini avcı toplayıcı toplum, tarım toplumu ve sanayi toplumu olarak üç ana safhaya ayırabiliriz.

Avcı toplayıcı toplum da insan toplulukları üretim yapmaz, yerleşik değil fakat küçük gruplar halinde sürekli göç ederlerdi. Etrafta buldukları yabanî meyveler ve avladıkları hayvanlarla geçinirlerdi. Düzenli bir üretimden bahsedilmesi mümkün değildi. Grupların hayatta kalma gücü çokça talihe bağlıydı.  İktisadi yapı insan iradesinin kendi lehine doğayı dönüştürmesini temsil ettiği için de avcı toplayıcı toplum iktisadi olarak bir yapı ortaya koyamadığını söyleyebiliriz.

Tarım toplumu insanın ilk defa doğayı dönüştürmesi ile ortaya çıktı. Yani yabani bitki ve hayvanların evcilleştirilerek düzenli üretimi yolu ile insanlar kendileri için kendi elleriyle bir ekosistem oluşturdular. Kabaca M.Ö. 8000’lerden itibaren M.S. 1800’lere kadar hemen hemen bütün ekonomiler tarım ekonomisiydi. Tarım ekonomisinde ana üretim faktörü emeğin yanında topraktı. Ancak toprağın verimliliği çeşitli tarımsal tekniklerle bir yere kadar arttırılması mümkün ise de, ne toprağın yeniden üretilebilmesi mümkündü ne de verimliliğini belli bir düzeyine üzerine çıkarabilmek. Ayrıca tarımsal üretim iklim değişimleri gibi dışsal etkenlerden etkileniyordu. Sonuç olarak tarımsal üretim sürekli genişleyen bir üretimi değil belli bir sabit üretim düzeyini temel almaktaydı. Aynı zamanda tarımsal üretkenlik ve verimlilik “Tanrı vergisi” olarak görülüyordu, (Adam Smith’in sözleriyle “God’s gift”, DMD.) Bu yüzden insan nüfusu üzerinde yerleştiği toprakla özdeşleşmiş, bu insanlara üretim sistemi tarafından dayatılan iş bölümü de hayatlarını düzenlemişti. Üretimde kullanılan işgücünün çoğu kaba işgücüydü. Tarımsal üretimin pazarlandığı ticaret yolları ve limanlar üzerindeki şehirlerde de ticaret öne çıkmaktaydı. Bu şehirlerde küçük imalat loncalar güdümünde idi. Böyle bir toplumda eğitim belli dini ahlaki değerlerin verilmesi, kurulu düzene itaat gibi değerlerin öğretilmesi olarak tanımlanıyordu. Kırsal kesimlerde tarikatlar ve gezici rahip, vaiz ve mistik önderler bu işlevi görürken, şehirlerde okuma yazma ve dini değerlerin öğretildiği kilise okulları veya medreselerden sonra işgücü loncalarda çıraklık eğitimi ile geliştiriliyordu. Dini eğitimde çocuklara verilen bilgi minimum düzeyde, inançlar, değerler ve alışkanlıklar ise maksimum düzeyde veriliyordu. Üretim için gerekli olan beceriler ise lonca sisteminde ediniliyordu. Kırsal kesimde üretimde gerekli olan beceriler ise ailede öğrenilmekteydi.

Sanayi Devrimi insanlığı o zamana kadar görmediği bir düzeyde değiştirdi. Artık üretimin temel dayanağı doğal olmayan bir kaynaktı: Fiziki sermaye yani makinalar. Makinalar da diğer mallar gibi insan eliyle üretilmekteydi. Dolayısıyla üretkenliğin ve verimliğin kaynağı “ilahi hediye / tanrı vergisi” değil, insanın bilgi düzeyi, toplumun örgütlenme gücü ve sermayenin yani makinaların üretkenliğini arttırma kabiliyeti ile belirlenir hale gelmişti. Sanayi ekonomisi ayrıca, kırsal kesimde olduğu gibi geniş araziye dağılmış az bir nüfusa değil ama dar sınaî üretim merkezlerinde balık istifi halinde öbekleşmiş yığınlara dayalıydı. Bu ise kırsaldan sanayi bölgelerine göç ile kalabalık sanayi şehirlerinin doğmasına yol açmıştı. Üretim daha karmaşık ve hiyerarşik hale gelmiş, üretimin planlanması, yönetimi ve farklı aşamalarda icrası için özel nitelikli işgücüne ihtiyaç oluşmuştu. Bu ise eğitim açısında şu ihtiyaçları doğurmuştu: Birincisi üretim ihtiyaç duyulan işgücü verimliliğini sağlayacak şekilde tasarlandı: en düşük niteliklere sahip işgücü için standart ve yeknesak bir temel eğitim (ilk ve orta öğretim), daha üst nitelikli işgücü ise meslekî uzmanlaşma sağlayacak yükseköğretim. İkincisi tarım toplumundan farklı olarak sanayi toplumunda bilginin verilmesi ön plana çıktı, değerler yeni iktisada şartlara uygun olarak revize edilerek öğrencilere sunulurken inanç ve alışkanlıkların öğretimi geri plana itildi. Çünkü üretim sisteminin getirdiği uzmanlaşma bunu zorunlu kılıyordu. Üçüncü olarak çıraklık ve kalfalık gibi geleneksel eğitim süreçleri de meslek liseleri ve meslek yüksekokulları vasıtasıyla standartlaştırıldı. Dördüncüsü, bu kapsamlı değişim eğitim sisteminin dini ve özel bir süreçten laik ve milli bir sürece dönüşmesini zorunlu kılmaktaydı. İşte milli devletlerin ve milliyetçiliğin ortaya çıkışı da, buna bağlı olarak bir kamu hizmeti halinde milli eğitimin tanımlanması ve sistemleştirilmesi de bahsettiğimiz sanayi toplumunun dayattığı işbölümü ve uzmanlaşmanın gereğiydi.

Cumaya devam etmek üzere şimdilik hoşça kalın.