DÜNDEN BUGÜNE BÖLGE VE BİZ

Tarık ÇELENK 06 Eyl 2017

Tarık ÇELENK
Tüm Yazıları
​Ülkemizde popüler siyaset içinde, günlük hayatımızı ve güvenliğimizi pek ilgilendirmese de dış politik konular sıklıkla politik tercihe bağlı olarak gündem olabilmektedir.

Ülkemizde popüler siyaset içinde, günlük hayatımızı ve güvenliğimizi pek ilgilendirmese de dış politik konular sıklıkla politik tercihe bağlı olarak gündem olabilmektedir. Kamuoyunda daha etkin yer alması gereken dış politik konular da bazen gündemde hak ettiği ilgiyi görememektedir.

Merhum Özal’dan bugünlere kadar K. Irak veya Kürt Bölgesel Yönetimi ( KBY) adı altında her ne kadar pek kabul etmesek de yeni gayrı resmi komşumuz az çok iç politik gündemimizi de işgal etmiştir.

Her konuda kafamız biraz karışık olduğundan mı, yoksa sıkça fikir değiştirdiğimizden midir bilenmez ama, KBY’ne yaklaşımlarımızda iç siyasette kendi içinde çelişkileri ile varolagelmiştir.

Ayrıca özellikle Merhum Özal’dan Sayın Erdoğan’a kadar devlet olarak KBY ile realist ve güvene dayalı bir ilişki içinde olduğumuz da söylenebilir. Bu ilişkinin muhatabı da, özellikle C. Talabani’nin rahatsızlığından bu yana Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) başkanı Mesut Barzani olmuştur.

Referandum süreci

Kürt Bölgesel Yönetiminin KDP önderliğinde aldığı 25 Eylül referandum kararı geri döndürülemez bir nitelik taşımakta. Her ne kadar Kürdistan Yurtseverler Birliği, Goran hareketi ve PKK gibi unsurlar bu kararı iç siyasette kendilerine karşı bir hamle olarak görseler de, tabanlarının aynı görüşte olmadıkları biliniyor.

Görünen o ki 25 Eylül referandum ardından Kasımdaki KBY parlamento seçimleri sonrası bağımsızlık deklarasyonu sıra beklemekte. Bundan sonra Kosova senaryosunun mu veya daha ürkütücü bir kaosun mu oluşacağı da belirsizlik içermektedir.

Tabii bu süreçte KBY dünyaya Ortadoğu'da tek seküler ve demokratik ulus olduklarını tekrar göstermek isteyecektir. Bu anlamda belki de Arap, Ezidi, Hıristiyan ve Türkmen unsurlara özerklik vaadinde bulunacaktır. Belki de yapının ismine “demokratik özerk veya federal” ilavesi de yapacaktır.

Türkiye’nin resmi politikası

Türkiye’nin resmi politikasını ise gözüktüğü kadarıyla, iç kamuoyundaki duygusal duyarlılıkları gidermeye yönelik demeçler dışında anlamamız gerekmektedir. Bu politika, bağımsızlık sürecine temkinli bir çekimserlik dışında karşı çıkmama eğilimi taşımaktadır. Hatta Kosova örneğindeki gibi, muhtemel bu yeni komşumuzu ilk tanıyanlardan olalım seslerini de duyabilmekteyiz.

Şüphesiz M. Barzani yıllardan bu yana Türkiye’nin güvenini kazanmış bir liderdir. Kendisi Türkiye’ye güvenlik ve ekonomik olarak sırtını dayamış durumdadır. PKK ve benzer yapılar ile mücadelede, teröre karşı Türkiye’nin yanında durmuştur. Ayrıca Türkiye’deki çözüm sürecinde yapıcı olmaya çalışmıştır.

Kısa vadede, bu bakımdan Türkiye’nin Suriye PYD politikası da göz önüne alındığında, mevcut “Statükonun” gelişerek de olsa devam etmesi anlaşılabilir bir şeydir.

Erbil veya Süleymaniye’de dolaştığınızda resmi veya gayri resmi alanlarda, Kürt coğrafyasına yönelik Türkiye’nin önemli ve İran’ın da bir bölümünü içine katan coğrafi haritalara rastlarsınız. Bunun sadece mütevazi bir coğrafi veya ütopik bir siyasi ideal haritası mı olduğu da ayrı bir tartışmanın veya kaygılarımızın konusudur.

Türkiye’deki bakış açıları

Türkiye’de siyasette veya bürokraside Bağımsızlığa karşı çıkan kanadın temel bakışı şöyledir ;

Türkiye’de KBY ile sosyolojik bağı olan nüfus bölge nüfusundan fazla. Uluslararası yapı düşmanca tavrına devam ederse ilgili coğrafi parçayı BM Kosova modeli vs hamlelerle parçalamak isteyeceklerdir. Bu bir beka meselesidir, hiçbir şekilde izin verilmemeli. Veya geciktirebildiğimiz kadar geciktirelim ilerisi için de “Allah Kerim” diyelim!

Karşı bakış açısı ise ;

Dünyada Kürt nüfusun yarısından çoğu Türkiye’nin batısında ekonomik ve sosyal entegre olmuş şeklinde yaşıyorlar. Bir kopma olmaz, ancak gelecekte bir birleşme olur bu birleşme olacaksa da KBY Türkiye ile bir formülle birleşir.

Doğal olarak her iki tezinde taradığı gerçekler mevcuttur. Ancak bu iki yaklaşımında ortak noktası, mevcut durumu devam ettirmek veya karşı çıkmak dışında bir tez veya çözüm modeli ortaya koyamayışıdır.

Musul Vilayeti ve Anadolu ilişkisi

Kemal Atatürk 1908 yılında Selanik’teki İttihat Terakki merkezi umumi toplantısında çağında tüm imparatorlukların tasfiye olduğunu, Osmanlı'nın da tasfiyesinin kaçınılmaz olduğunu belirtiyor. Ancak bu tasfiyenin bilinçli olarak kendimizce yapılmasını ve Anadolu-Misakı Milli merkezli, tüm Kürtlerin de içine alınabileceği bir devlet modelini öneriyor. Bir bakıma Musul Vilayetini, Anadolu’nun doğal coğrafi ve güvenlik sınırları içinde kabul ediyor.

Osmanlı imparatorluğunun tasfiyesinden Türkiye Cumhuriyetini çıkartmayı Atatürk ve arkadaşları başardılar. Kim ne derse desin bu kadrolar Osmanlı'nın eğitim kurumlarından yetiştiler. Dış dünyayı, yabancı dili biliyorlar ve idealisttiler. Balkan hariç, K. Afrika ve Ortadoğu cephesinden çekilirken bile bugünler için geride bir şeyler bırakmaya gayret ettiler. Lozan’da, Haliç konferansında veya Cemiyeti Akvam toplantılarında diplomasiyi zorlayabildiler.

Halil Paşa Süleymaniye’den kuzeye çekilirken Berzenci aşireti lideri Şeyh Mahmut’a bir Osmanlı beratı göndererek "Buraları yönetmek üzere seni yetkilendiriyorum" demişti. Bu yetkilendirme ileride Kürdistan krallığını ilan edecek Şeyh Mahmut’u motive etmiş İngilizlerin başının belası olmuştu. Benzer içimde Yrb Özdemir’in, Bnb E. Noelin bölgedeki aşiretlere karşı yıllarca yaptığı lobi çalışmalarına karşı Zebar, Barzan ve Surçi gibi aşiretlerin desteği ile 31 Ağustos 1922 de Derbent’te İngiliz ordusunu yenmiş, İngilizler Süleymaniye’den çekilmek zorunda kalmışlardı.

Lawrence, Bell ve Noel gibi nice Oryantalistler Kürtçe ve Arapçayla, uzun yıllar aşiretlerin içinde yaşadılar. Dolaylı olarak petrolcüler ve onları koruyan İngiliz ordusuna destek oldular.

İngilizler tüm bu çabalarına karşı 1924 Cemiyeti Akvam görüşmeleri sonuç raporunda bölge halkının Kürt aşiretlerinin plebisit oyu kullanmasını cahil oldukları gerekçesiyle engellediler. İnönü ve ekibinin tezi Musul Vilayeti Anadolu’nun doğal ve kültürel uzantısı olmasıydı. Türkiye Cumhuriyeti, Kürtlerin de devletidir ve mebusların çoğunluğu da ilgili tanımlanan bölgeden gelmektedir savunuldu. Musul Vilayetinde konuşulan resmi dil Türkçe ve yaşayanların çoğunluğu da Kürt’tür diye tez savunulmaya devam edildi.

Türkiye’nin tezinin Tarihsel ve Hukuksal dayanakları

Tartışmasız tarihsel ve sosyolojik bağımız olan bu bölgede, aynı zamanda hala uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız da mevcuttur. Ancak uzun süredir oyun kurucu özelliğini kazanamamamız ve statükoyu değiştirmenin yüksek maliyeti, bize bölgede tez üretmeyi lüks göstermektedir.

Türkiye, bölgedeki gelişmeler karşısında müdahale opsiyonu dahil, tutarlı bir diplomasi koyma zorunluluğundadır. Bu diplomasinin temel unsurlarının aşağıda sıralandığı gibi olması gerekmektedir ;

Uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımız-meşruiyet zemini.

Bölge halkıyla olan yakın bağlarımız yani Tarihse-Sosyolojik zemin.

Uluslararası hukuk açısından Lozan anlaşmasında Musul Vilayeti sorununun dışarıda bırakılması bizim için şu an itibariyle avantaj teşkil etmektedir. Lozan antlaşması bu konuyu ilgili maddeleri ile Cemiyeti Akvam hakemliğinde Türkiye ve İngiltere arasındaki görüşmelere bırakmıştır. Cemiyeti Akvam[1] komisyon raporları ve yeni adıyla BM, bu bölgeyi Musul Vilayeti olarak kabul etmiş, Hatay gibi uluslararası ilgiye mazhar özel bölge olarak tanımlamıştır. 1924-26 Haliç konferansı ve Ankara’da yapılan görüşmelerde İngiltere, referandumu halkın Türkiye’ye bağlanmayı tercih edeceğinden kabul etmemiştir. Ankara antlaşmasıyla bölge İngiliz mandasına devredilmiş, ardından 1932 bağımsız Irak Krallığı deklarasyonuyla da belirli şartlarda Irak’a bırakılmıştır. Bu şartlarda, Irak krallığı da Türkmenler başta, tüm azınlık ve mülkiyet haklarına saygı duyacağını BM’ye garanti etmiştir. BM’nin muhatapları da Türkiye ve İngiltere’dir.

Aradan geçen yıllar süresince başta Türkmen ve Gayrimüslimlerin özel mülkiyet hakları gasp edilmiş ve katliamlar yaşanmıştır. Sırf bu gelişmeler dahi, mevcut “Musul Vilayeti” statüsünün Irak krallığı sınırları içerisinde devam etmeyeceği gerçeğinin Türkiye veya İngiltere tarafından BM’ye ve Adalet komisyonuna ( Lahey ) götürülmesi bakımından yeterliydi.

Irak Krallığı 1950 sonlarında yıkıldı. Ardından Saddam yönetimi de gitti. Ardından federatif bir Irak kuruldu. Bu gelişmelerde 1926 ve 1932’yi geçersiz kıldı. Bu gelişmeler Türkiye’nin konuyu BM’ye taşımasına aynı şekilde yetmekteydi.

Bugünse referandum kararıyla birlikte artık bizim Irak ile sınırımızda öyle bir devlet de kalmamıştır. Şartlar bizi 1926 öncesine taşımış, 1945 Irak devletiyle yapılan sınır antlaşması/protokolü geçersizleşmiştir.

Türkiye’nin bir tezi olacaksa bu Musul Vilayeti olmalıdır. MV Erbil, Kerkük, Dohuk, Süleymaniye dışında Musul ve Diyalayı da kapsamaktadır. Kürt, Türkmen, Asuri, Yezidi, Sünni ve Şii Arapları da içermektedir.

Musul Vilayeti etnik değil coğrafi ve sosyolojik temelli demokratik bir yapıdır. Etnik çatışmalarla kan gölüne dönen Ortadoğu’da bu barışçı bir tezdir. MV konfedere bir yapı içinde belki Bağdat’ın ve Ankara’nın da garantörlüğünü içerebilir, bağımsız veya Türkiye’ye de bağlı olabilir. Ancak her halükarda olması gereken garantörlerden birinin olmazsa olmazı Türkiye olması gerçeğidir.

Türkiye ne yapmalı

Türkiye öncelikle önüme onurlu bir çıkış tezi koymuyorsunuz diyen M. Barzani’yi sağlam argümanlarla ikna edebilmelidir. Çok iyi biliniyor ki yıllar önce C. Talabani son dönemde de M. Barzani Musul Vilayetinin tartışılabilir bir çözüm olduğunu vurgulamışlardır. Ayrıca Türkiye, Barzani muhaliflerini de sürece katabilmek için İran’ın elinden alacak güvenceleri ve siyaseti üretebilmelidir.

Türkiye bu doğrultuda bölgede tabanı olan etkili siyasi aktörleri toplayarak BM’nin ilgili birimlerinin bulunduğu Cenevre’de 1926-32 şartlarının ve mevcut enerji güvenliğinin tartışıldığı uluslararası bir konferansa destek vermelidir. Ardından konuyu BM’ye ve Uluslararası Adalet Divanı- Lahey’e götürmelidir.

Bu doğrultuda Türkiye bir an önce kendi arşivini düzenlemeli ve konuya ilişkin uluslararası Lobi çalışmalarına başlamalıdır. Özellikle ABD’nin bölgede önceliği olan ılımlı Sünni Araplar ve Enerji yolları güvenliği konusunda MV uygun bir tez olabilecektir.

MV çözümü Türkmenler, Batı kamuoyu desteğindeki Hıristiyanlar ve IŞİD sonrası Sünni Aşiretler ve Barzani muhalifi Kürtler açısından da cazip bir çözümdür.

Unutmayalım ki bir projenin hayata geçebilmesi için, meşruiyet ve sosyolojik zemin dışında güçlü bir iradeye (Türkiye Devletine) ihtiyaç vardır..

[1] Görüldüğü gibi Milletler Cemiyeti Heyeti dönemin uluslararası hukuk sisteminde sınırların yeniden çizilmesiyle ilgili güçlü bir ilke olarak benimsenen “halkların kendi kaderini tayini”ne esas oluşturabilecek şartlar açısından Musul’un Türkiye’ye bırakılması gerektiğini ifade ediyor. Komisyon, aşağıdaki pasajlardan anlaşılacağı üzere Musul’un uluslararası hukuk açısından Türkiye’ye ait olduğunu vurgularken, Ankara’nın bölge üzerindeki egemenliği ile bu ilke arasında herhangi bir uyumsuzluktan ima yoluyla da olsa söz etmiyor. Aksine, Musul’un Irak’a bırakılışını azınlıklar ile İngiliz hükümetinin isteğine uygun olarak sadece manda yönetiminin devamı gibi geçici siyasi şartlara bağlıyor. Manda idaresi son bulacaksa Musul meselesi için en uygun çözüm olarak bölgenin Türkiye’ye iadesini öngörüyor: “Komisyon hukuki açıdan, bu güç haklarından feragat edene kadar tartışmalı toprakların Türkiye’nin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul edilmesinin zorunlu olduğu düşüncesindedir. Irak, ne fetih hakkını ne de herhangi bir başka yasal hakkı ileri sürerek tartışmalı toprakları isteyemez.”  

“(Eğer manda yönetimi kısa sürede sona ererse) Türkiye’nin iç ve dış siyasi vaziyeti kendi haline bırakılmış bir Irak karşısında kıyasa yer vermeyecek derecede istikrarlı olduğu için Musul vilayetini Türk egemenliğine bırakmak daha iyi olacaktır.” 

Bu cümleleri epigraftaki paragrafla birleştirdiğimizde, raporun müstakbel tartışmalarda hukuk tekniği açısından önem taşıyabilecek ne kadar değerli verileri kayıt altına aldığına bir kez daha şahit oluyoruz. Örnek vermek gerekirse; Milletler Cemiyeti Komisyonu, Irak Devleti’ni iki parçalı bir yapı olarak tanımlıyor: Devletin uluslararası hukuk açısından doğduğu Irak toprakları ile sonradan eklenen “tartışmalı topraklar/Musul”. 

Bir başka dikkat çekici nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki hukuki egemenliğini ortadan kaldıramayacağının vurgulanmasıdır. Komisyonun yorumuna göre, Türkiye’nin Musul’daki egemenliği ancak bu yönde yapılacak açık bir irade beyanıyla devredilebilir. Bu durum Türkiye, İngiltere ve Irak arasında 1926’da imzalanan antlaşmadaki hükümleri egemenlik devrinin şartlarına dönüştürmektedir. Dolayısıyla bir çizgi değil, 75 km derinliğinde bir alan olarak tanımlanan sınır bölgesinden Türkiye’ye yönelik silahlı faaliyetlerin önleneceğine dair taahhüdün yerine getirilmeyişi de egemenlik devri sözleşmesinin ihlali anlamına geliyor. Irak’ın eski Musul vilayetimizdeki hakimiyetini yitirebileceği gelecek senaryolarında, ardıllık/halefiyetle ilgili diğer hukuki meselelerle birlikte bu ve benzeri başka hususlar Türkiye’nin “tarihi haklara” ilişkin iddialarının dayanakları arasında yer alabilir. 

“Dikkat çekici bir nokta da ne fiili İngiliz işgalinin ne de Milletler Cemiyeti kararının Türkiye’nin Musul’daki egemenliğini ortadan kaldırmayacağının vurgulanmasıdır.”