At binenler bilir. Hayvan bazen kendisine yön vermek için kullanılar demir parçasını (Gem) dişleri arasına almayı başarırsa artık komut dinlemez hale gelir. Çılgın gibi koşar. Süvarisini tehlikeye sokar. Bu duruma eskiler “Gemi azıya almak” demişler. Bir süre başka gelişmeler için de kullanılır olmuş.
İşte doların durumu bu. Adeta gemi azıya aldı. Çünkü Amerika’nın konut satışından, dayanaklı tüketimine, işsizlik başvurularından açılımını sadece uzmanların bilebileceği kadar harfler ve rakamlarla dolu endekslerine kadar bütün verileri iyi. Üstelik 2017 yılı içinde üç kez veya daha fazla faiz arttıracağı da söyleniyor. Yani anlayacağınız para babaları, kendilerini güvende hissedecekleri, üstelik iyi de faiz alacakları Amerika’ya dümen kırdılar.
Türkiye’de ataklar altında. Özellikle kredi derecelendirme kuruluşları adeta tek bir noktadan emir almış gibi davranıyorlar. Bırakın not kırmayı, not kıracağı söylentileri bile doları yükseltmeye devam ediyor.
Bu fiyatlardan halkım dolar almaz. Ben biraz tanıyorsam yükseldikçe de azar azar satmaya başlar. Demek ki başkaları alıyor. Yani halkın dışında birileri. Muhtemelen yukarıda anlattığım parasını Amerika’nın görece güvenli sularına götürmek isteyenler.
İşte bu nokta çok önemli. Şu anda madem bu adamlar kaçmak istiyor dolar fiyatının düşmemesi gerekiyor. Çünkü eğer düşerse çok kolay bir şekilde ellerinde bulunan Türk Liralarını dolara çevirip kaçarlar. Şimdi acı çekiyorlar. Çünkü dolara geçmek istiyorlar, ama dolara geçtikçe de fiyat yükseldiği için daha az dolar almış oluyorlar.
Yüksek dolar bir anlamda onların çıpası yani.
Ama öte yandan yüksek dolar kurunun ekonomimizi yıprattığı da bir gerçek. Başta enerji olmak üzere bir sürü girdimiz dolarla. İhracatçımız, dolar ile alıp euro ile satıyor. Aradaki çapraz kur da düşük olunca haliyle kar edemez hale geliyor. İthalatçı ise dolar ile alıyor, TL ile uzun vadeli satıyor. Sene sonunda TL bazında kar etmiş görünse de, aynı ürünü bir daha almak istediğinde aslında aynı parayla daha az ürün aldığını fark ediyor. Yani dolar bazında para kaybediyor.
Hal böyle olunca da sıkıntı yaratıyor. Tıpkı gemi azıya alan atlara yapıldığı gibi ekonomimizi, dolarizasyonumuzu yavaş yavaş sakinleştirmemiz gerekiyor. Ne ata ne binicisine zarar vermeden.
BİR DE 1987'Yİ GÖRSEYDİNİZ
Sadece iki televizyon kanalı vardı. TRT1 ve TRT2. Hava raporu sadece TRT1’de o da belli saatlerde verilirdi. 3 Mart gecesi sıradan bir geceydi işte. Hepsi aynı gibi. Hiç bir uyarı da yoktu.
Gece yarısı bazı uyarılar gelmeye başladı. Kar tahminleri yapılıyordu. Hava sıcaklığı da eksiye iniyordu. Derken yağmaya başladı. Ama ne yağmak. Durmak bilmiyordu.
Gazetelere göre İstanbul’un üstüne eksi 45 derecelik bir bulut oturmuştu. Gerçi gazeteler de güç bela çıkıyordu. Cep telefonunun olmadığı zamanlar. Şanslı olanda çağrı cihazları var.
Biz talihsiz genç ekiptendik. Tecrübeli abilerimiz, ablalarımız bir yolunu bulup işe gelmemişlerdi. Ama biz gececi olduğumuz için gazetede kalmıştık. O gün ve sonraki 10 gün boyunca canımız çıkana kadar çalışmıştık.
4 Mart sabahı göz gözü görmez bir tipi vardı. Kar bilekleri aşmıştı. Hava bıçak gibi derler ya işte öyle keskindi. Halkım yollarda perişan. Gariban muhabirler yani bizler su emmiş ayakkabılarımızla sokaklarda fotoğraflar çekmeye çalışıyoruz.
Okullar saat 10’a doğru tatil oldu. Bu da binlerce öğrencinin yollarda sefil olması demekti. Öyle servis falan da yoktu ha.
Başta gazetede yattık, masaların üstünde. Sonra Güneş Gazetesi Beyazıt’da olduğu için küçük bir otel ayarladılar bize. İki saat uyku, sonra tekrar ıslana kuraya artık kokan giysiler ile işe. Kar kalınlığı artık 60 santimi aşmıştı.
5 Mart sabahı ise durum daha da vahimdi. Kar kalınlığı 1 metreyi geçiyordu. Fırtına dur durak dinlemiyordu. 7 Mart’a kadar fırtına devam etti. Sanki kutup bölgesi gibiydi ortalık.
Gazete manşetleri “Beyaz felç” yazıyordu. Gerçekten de İstanbul felç olmuştu.
Elektrikler sürekli kesiliyordu. Saatlerce, bazen günlerce. Evlerde insanlar battaniyelere sarılıp oturuyorlardı. Sobası olanlar daha şanslıydı. Hiç olmazsa karanlıkta kalsalar da ısınıyorlardı.
Açıklamalara göre son 45 yılın en soğuk mart ayıydı. Biraz sonrası bahardı ama tabiat, takvimleri hiç de kafaya takmıyordu.
Bir gün neredeyse sakin geçti. Sonra bir daha başladı. 8 Mart’ta artık Buzul devri başlamış gibiydi adeta. Sadece okullar değil, futbol maçları da ertelenmişti. Zaten kontrol için sahaya giden hakemler bırakın çizgileri görmek belleri hizasına gelen karları yarıp kaleleri bile bulamaz haldeydi. Bir habere göre Ali Sami Yen’de (Bugün yerinde kocaman bir bina var. Mecidiyeköy’deki Galatasaray Stadı) 10 bin ton kar vardı. Kim ölçmüştü bilinmez. Ama o zamanki spor manşetlerinin nasıl atıldığını bildiğim için sayfa sekreteri başlığı nasıl oturttuysa, hangi rakam oraya denk geliyorsa onu yazmıştır diye düşünüyorum.
İki gün sonra yani 10 Mart’da kar dinmişti. Ya da öyle zannediliyordu. Bizim farkında olmadığımız, bu karın bana 30 yıl sonra hakkında yazı yazdıracak nitelikte olacağıydı. Sanki kar fırtınasının bilinci vardı ve tarihe geçme iddiasındaydı.
O kadar kar yağmıştı ki, ara sokaklarda otomobillerin tavanlarında yürünür hale gelmişti. İnsanlar araçlarının olduğunu tahmin ettikleri yerlere minik bayraklar dikiyorlardı, buradan yürümeyin anlamında.
Herşeyin fiyatı arttı. Ve tabii bulunmaz oldu.
Tam da bitti derken 11 Mart’ta yine başladı. Kar taneleri hafif hafif süzülürken insanlarda panik başlamıştı.13 Mart’ta kar durmuştu.
En çok sevinenler öğrenciler olmuştu. 4 Mart sabahı kapanan okullar taa 16 Mart’a kadar tatil olmuştu.