DAYANIŞMACI TOPLUM VE SOSYAL DEVLET

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Bundan daha önceki yazılarımda rekabetçi bir toplum yapısının birçok sosyal kırılmalara yol açtığı, insanı insan yapan değerlerden kopardığından söz etmiştim.

Çocukluğumda aile meclislerinde dinlediğim ve hepinizin de benzerlerine şahit olduğunu düşündüğüm bir konu vardı: “Batı’da aile bitmiş!”, denirdi. “Komşuluk ortadan kalkmış, insaniyet ölmüş. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Ama bizde öyle mi, ya! Biz Müslümanız elhamdülillah… İnsanlık ölmedi daha bizde!”. Bu sözlerin arkasında nasıl bir iktisadi alt yapı vardı? Bugün Türk toplumunda, aynı Batı toplumlarında olduğu gibi, bireycilik yaygınlaşmakta ve dayanışma azalmaktadır. Yoksa Türk milleti Müslümanlığını mı kaybetti? Hayır, Türk milleti dinini kaybetmedi ama iktisadi yapısı ve dolayısıyla sosyal örgütlenmesi değişti. Bizim hatamız, olumlu veya olumsuz bütün toplumsal ve iktisadi olgu ve süreçleri dini ve kültürel değerlere bağlı olarak tanımlamamızdır. Bugün bu konuları biraz deşeceğim: Bir toplumda temel kültürel ögeler mi o toplumun örgütlenmesini ve dolayısıyla iktisadi durumunu belirler, yoksa iktisadi gelişme mi toplumun sosyal yapısını değiştirir?

Bundan daha önceki yazılarımda rekabetçi bir toplum yapısının birçok sosyal kırılmalara yol açtığı, insanı insan yapan değerlerden kopardığından söz etmiştim. Öte yandan Batı toplumlarındaki gelişmenin de daha üretken olanı, daha yaratıcı olanı öne çıkaran ve diğerlerini geriye iten “rekabetçi düzen” olduğu da bilinmektedir. Bu bir çelişki gibi görünmektedir: Bir toplumun ileri gitmesi için sosyal birliğinin bozulması, kültürel değerlerinin aşınması mı gerekir? Yoksa kültürel ve manevi değerlerini, toplumsal dayanışmasını korumak için bir toplumun daha fakir olmayı ve geri kalmayı göze alması mı gerekir? Biliyorum kafanız karıştı… “Hoca ne demek istiyor böyle?”, diyeceksiniz şimdi. Dilerseniz kısa kısa bazı kavramları açıklayalım… Sonra hepsini harmanlarız…

SANAYİ ÖNCESİ TOPLUMLARDA DAYANIŞMA NEDEN YÜKSEKTİ?

Sanayi ekonomisi insanlık tarihinde çok sert dönüşümlere yol açtı. Sanayi öncesi toplumlarda üretim tarıma dayalı idi. Tarımsal üretim yapısı gereği doğal kaynaklara, yani toprağa, su kaynaklarına ve iklime bağlıydı. Dolayısıyla üretim genelde belli bir bölgede yaşayan insanların kendi yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için yapılmaktaydı. Örneğin sanayi öncesi toplumda, insanlar gıda maddeleri için, eğitim için, sağlık için para harcamazdı. Kendi gıda ihtiyaçlarını ekip biçerek elde ederler, kendi giysilerini kendileri dikerler, hastalanınca – doktor, hastane ne kelime – kocakarı ilaçları ile kendi kendilerini iyileştirmeye çalışırlardı. Çocukların eğitimi kilise, cami ve havra gibi dini merkezlerde okuma yazma ve dini emir ve yasakları öğrenme düzeyinde kalıyordu. Hele Osmanlı Türkiye’sinde 1850’ye kadar toprakta özel mülkiyet bile yoktu… Bırakın ortaçağı, yeniçağı veya yakın çağı 1970’ler, 1980’ler Türkiye’sinde bile restoranlar, oteller bugünkü gibi yaygın değildi. Pek çoklarımızın giysilerini ailemiz örmüş veya dikmişti. Evde annelerimiz bugün parayla satın alınan birçok hizmeti bedava üretirlerdi.

Böyle bir toplumda üretim “geçimlik üretim” olur. Bütün ürün ve hizmetleri tek bir ulusal pazarda toplamak mümkün olmaz. Pazarlar yerel pazar düzeyinde kalır. İnsanların üretimi çoğunlukla kendi temel ihtiyaçlarını karşılamak için yapılır, pazarda satmak için değil. Satış az olunca kâr da az olur. Bu yüzden tasarruflar güdük kalır, olan tasarruflar da piyasada yatırım finansmanına yönlenmez. Çünkü faiz yasağı gibi birçok etken sebebiyle tasarruflar finans sisteminde değil yastık altında birikir. Bu yüzden sermaye birikimi de olmaz. Yaşam standartları düşüktür: doğumda çocuk ölüm oranları yüksektir, eğitim düzeyi kötünün de altındadır, ortalama ömür düşüktür, kadının toplumsal hayatta yeri yoktur. Hayatın zorluklarıyla baş etmenin yolu insanların karşılıklı dayanışmasıyla sağlanır. Bu dayanışmanın örgütlenmesi ise dini cemaatler ve aşiret bağları kanalıyla olur. Sonuç olarak ekonomi yerel pazarlara bölündüğü gibi, toplumda cemaat ve aşiretlere bölünür.

Ben bundan önceki yazılarımda Bayrami’ler, Ahi’ler veya Bektaşi’ler gibi dini tasavvufi cemaatleri ve yine göçebe Türk boylarındaki oymakları dayanışmacı toplumun Türk tarihindeki kökleri olarak duyurmuştum. Bunda da haklıydım. Ancak bu insanları dayanışmacı bir örgütlenme içine sokan dini inançlar mıydı? Hayır, içinde yaşadıkları hayatın iktisadi zorunlulukları onları bu yola itmişti. Bugünkü anlamda sosyal güvenliği, asayişi sağlayacak bir hukuk düzeninin olmadığı, üretimin insanların planlarına değil hava durumuna bağlı olduğu bir toplumun zorunluluklarıydı onları bu tarz bir örgütlenmeye zorlayan.

SANAYİ TOPLUMLARI ROBOTLAŞMIŞ VE AHLAKSIZ İNSANLAR MI ÜRETİYOR?

Sanayi kapitalizmi, aslında, makineleşmiş üretim sistemidir. İnsanlık tarihinde ilk defa iktisadi üretim doğal kaynaklardan ve iklimden bağımsızlaşmaktaydı. Çünkü üretimin temel faktörü olan sermaye insan eliyle üretilen bir üretim faktörüydü. Kapitalistleşen bir ekonomi, sanayi öncesi ekonomilerden farklı olarak sürekli büyümek zorundadır. Her birey ve kurum iş bölümü ve uzmanlaşmaya yönelmek zorunda kalmıştı. Bu da her bireyin belli bir üretim sürecinde sadece belli bir vazifeyi yerine getirdiği, yani aslında üretim sonunda tek bir ürüne bile sahip olamadığı, bunun yerine belli bir ücret aldığı duruma yol açmıştı. Sanayi öncesi toplumlarda, insanlar temel ihtiyaçlarını kendisi üretirken, sanayi toplumunda emeği karşılığında elde ettikleri ücretle bütün mal ve hizmetleri satın alır hale gelmişlerdi. Yani başta emek olmak üzere, her türlü mal ve hizmet metalaşmış, piyasada satılır hale gelmişti. Erkekler gibi kadınlar da üretim sürecine dâhil olmuştu. Bu da aile yapısının değişmesine yol açtı. Dedeler, babaannelerin olduğu geniş aile yapısı çekirdek aileye dönüştü. İnsanların kendilerini tanımladıkları aidiyet aşiret ve cemaatlerden – yeni sosyal rolleri gereği -  meslekleri ve iktisadi sınıflarına dönüştü. Bu durum kaçınılmaz bir şekilde toplumun siyasi yapısını bugünkü Batılı demokrasilerde gördüğümüz sınıf siyasetine doğru değiştirdi. Üretim kayda alındı ve standartlaştı. Bu da şehirde yaşayan ve iş yerlerinde çalışan insanların da standartlaşmasına sebep oldu. Milli eğitim adı altında kitlesel eğitim programları da böyle oluştu. Ekonomide yerel pazarlar birbirine entegre oldu, bir ulusal ekonomi ve bunların sonucunda milli devlet ve millet kavramları gelişti.   

Böyle bir toplumsal ve iktisadi dönüşümün sonucunda kırsal yaşamda ortaya çıkmış kültürel ve ahlaki değerlerin korunabilmesi pek mümkün değildir. Zaten büyük dinlerin hiçbiri de kırsal yaşam veya kasaba yaşamından kaynaklanan değerleri temsil etmez. Şehir yaşamı kendine ait yeni ahlaki kriterler ve kültürel normlara yol açmıştır. Bunu insanların robotlaşması ve ahlaksızlaşması olarak tanımlamak insafsızlıktır.         

SOSYAL DEVLET VE PİYASACILARIN TEMEL YANILGISI

Batı’nın refah toplumları, gelişen sanayi ekonomisinin yol açtığı bireyciliğin ve sosyal dayanışmanın azalmasının etkilerini önlemek için Sosyal Devlet kavramını geliştirdiler. Eskiden küçük cemaat ve aşiretlerin kendi içinde dayanışma ile sağladıkları etkinin bütün bir topluma uygulanması gerekmekteydi. Rekabetçi ve bireyci yapı ile ortaya çıkan toplumdaki yaygın eşitsizliğin çözülmesi için sosyal devlet yetkin bir araç olarak kullanıldı. Artık insanlar zorlukları aşmak için gayrı resmi topluluklara üye olmak zorunda değillerdi: Sosyal devlet iş güvencesini, temel eğitimi, temel sağlık hizmetini sağlamaktaydı. Bütün toplumda geçerli olan merkezi hukuk ve güvenlik sistemi asayişi sağlamakta ve eşitsizlikler belli ölçülerde düzeltmekteydi. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise dini normlar ve cemaat yapılarının güçten düşmesi ve toplumun sekülerleşmesidir.

1990’lardan sonra Batı kendi eliyle sosyal devleti tasfiye sürecini başlattı. Bu sürecin en önemli aktörleri Reagan, Thatcher, Baba ve Yavru Bush’lar, Kohl, Clinton, Schröder ve Blair gibi siyasilerdi. Küreselleşme ile artan uluslararası göç ve terörizmin de katkısıyla, sosyal devletin yokluğu ırkçı ve dinci söylemleri öne çıkaran hareketlerin yükselmesine yol açtı. Yani birçok liberalin savunduğu gibi tarih sonlanmadı, aksine tarihte geriye, Orta Çağlar’a geri gittik.

Buradan devam edeceğiz…