Gazetede yazmak başka bir şey… Ama bir konu hakkında 15 günde kitap hazırlayıp basmak ve piyasaya çıkarmak… Bunu formüle etmekte zorlanıyorum.

Gezi olayları daha bitmemişti.

Fakat İstiklal Caddesi’nin kitapçılarında “gezi”ye mersiye kabilinden yayınlanmış kitaplar çoktan boy göstermişti bile. Sadece kitap değil, filmler de…

Aynı hızı Soma Faciasından sonra da müşahede ettim.

Maden işçilerinin hakları ve maden facialarına dair yerli/yabancı kitaplar faciayla aynı hafta raflarda yerini almıştı.

Biraz yazar ilgisi, biraz yayıncılığa bulaşmış olmanın verdiği merak, bu yayın hızına kafayı takmama sebep oldu. Bir yandan takdir ediyordum. Niyetleri belliydi ama işlerini iyi yapıyorlardı. Bir yandan da bu kadar kısa sürede ciddiye alınacak bir eser ortaya koymak ne kadar mümkün olabilirdi? Anlamaya çalışıyordum.

Gazetede yazmak başka bir şey… Ama bir konu hakkında 15 günde kitap hazırlayıp basmak ve piyasaya çıkarmak… Bunu formüle etmekte zorlanıyorum.

15 Temmuz darbe kalkışmasının hemen arkasından da aynı şey oldu. Daha şehitlerimizin kanı sıcakken, konuya dair alelacele derlenmiş üç-dört kitabı hayretle karşılamış, elime alıp epey karıştırmama rağmen içimden almak gelmemişti. (Kitaba dayanamam. Okuduğumdan çok fazlasını, okuma ümidiyle, bütçemi de sıkıntıya sokup alırım. “Almasam da olurmuş” pişmanlığı yaşadığım birçok kitap da bu hastalığım sayesinde zamanımı çalar.)

Aslında okunmaya değer kitabı tespit etmek çok da zor değildir. Zaten okumayı seviyorsanız ve ilgiliyseniz, yazar, yayınevi, kitabın ismi, görselliği, konusu bir şekilde sizi karar noktasında yönlendirir.

Fakat tuzaklara da dikkat etmek gerekir.

Mesela çok şubeli kitap mağazalarında afişlerle, içeri girer girmez sizi karşılayan kulelerle, yeni çıkanlar ve çok satanlar raflarındaki ustaca tezgahlanmış dizilimlerle aklınız çelinir. Bir an zannedersiniz ki, bütün dünya o kitabı okuyor, bir tek siz kalmışsınız.

Sadece kitap değil, gözüme sokulan ürünlere karşı bu yüzden önyargılarım var. Bazı çok değerli kitapları her yerde bulamazsınız. Vahşi bir dağıtım tekeli vardır. Bunun önüne geçmek için dağıtımcılara yayıncılık, yayıncılara da dağıtım yasaklanmalıdır.

Ve modayı da dikkate almak ve kapılmamak lazım. Şükür ki maneviyatı şöhretlerine alet eden sevgi, dua, ümit ve çiçek/ böcek sahte sufilerinin furyası bitmek üzere… Hayatın ne sihirli formülleri varmış da ömrümüzü boşa tüketmişiz. Nur yüzlü yazarlar sabah magazin programlarında iki şarkı arası “iman” pazarlıyorlardı. Mevlâna Hazretlerine etmediğimiz zulüm kalmadı.

Her Çanakkale Zaferi yıldönümünde onlarca yeni “Çanakkale” kitabı yayınlanır. Ama kaç tanesi akıllarda kalır? Kütüphanelerde yer bulur? Şüpheyle bakıyorum.

Bir de baskı sayısı vardır kitabı ilgi çekici kılan veya pazarlamasına fayda sağlayan. Bir kitabın çok baskı yapması çok satmasıyla eş anlamlı gibi görünür. Ama popüler bir kitabın aynı rafta üç farklı baskısını görmek can sıkıcıdır. (Bir perakende mağazasının kitap reyonunda Orhan Pamuk’un o sıra yeni çıkan bir kitabıyla ilgili olarak yaşadığım hatıra: En önde 24. baskı. İki arkada 18. baskı. Alt rafta 15. baskı. Tuhaf mı? Tuhaf. Elbette Pamuk çok satıyor. Şüphe yok. Ama baskı sayılarının bir pazarlama malzemesi olduğuna iyi bir örnek.)

Geçtiğimiz günlerde… Hadi tam tarih vereyim. 6 Kasım’da Mete Yarar’ın “Darbenin Kayıp Saatleri” kitabını gördüm rafta. Hemen aldım elime. Mete Yarar denk geldiğimde ilgiyle dinlediğim bir uzman. İşin doğrusu çıkacak kitabını da merak ediyordum. Kapaktaki ibare: 20. baskı.

“Vay be” dedim içimden; “Hem kitabı atlamışız. Hem de müthiş bir hızla 20. baskıya ulaşmış.”

Fakat hemen kapağı çevirip birinci baskısının tarihini görmek istedim. Bu yirmi baskıyı ne kadar sürede ve kaçar adet yapmıştı acaba?

İfade aynen şu:

“Ekim 2016 (10.000 adet)

11.-20.Baskı Kasım 2016”

Bu “yazar”ı küçük düşüren, okuyucuyu ahmak yerine koyan yanlış bir usul.

Kasım’ın 6’sında, yani altı gün içinde nasıl 10 baskı yapılır ve dağıtılır? Zaten satacak bir kitap için böyle bir basitliğe gerek var mı? Başka soru sormayacağım. (Bu arada Mete Yarar’ın kitabını aldım. Alelacele şişirdiğini de zannetmiyorum. Henüz okumadım.)

Yayıncılığı sadece ticari bir iş olarak görürsek, (ki öyle oluyor) bu millete deprem şuuru da veremezsiniz. Darbeleri de anlatamazsınız. Tarihi de. Dinini de…

Adam “Müslümana sadece Kur’an yeter!” diyor. Fakat otuz tane din kitabı yazmış. Mesela!

Yaşadıklarımız, acılarımız, gerçeklerimiz ders alınacak ve sindirilecek hadiseler olmaktan çok, ticari furyalara dönüşüyor maalesef.

“Allah de, gerisini salla gitsin!”

Öyle yapıyoruz.