Rahmetli Üstad Necip Fazıl son padişah Vahidettin Han'ı övdüğü için "Atatürk'e Hakeret"ten yargılanır. Yanılmıyorsam savunmasının meşhur cümlesi şöyledir:
Rahmetli Üstad Necip Fazıl son padişah Vahidettin Han’ı övdüğü için “Atatürk’e Hakeret”ten yargılanır. Yanılmıyorsam savunmasının meşhur cümlesi şöyledir:
-Hâkim Bey, gündüzü sevmek, geceye düşmanlık değildir.
Biz bu kaba ayrıştırma/ ötekileştirme üzerinden yürümeyi seviyoruz.
Mesela “Cumhuriyet” tarifimiz fevkalade sorunludur.
Bize “Halkın kendi kendisini yönetmek” olarak öğrettiler. Fakat sonra “demokrasi” tarifiyle örtüştüğünü gördük.
Ancak cumhuriyet ve demokrasi örtüşen kavramlar değil.
Türk Dil Kurumu halihazırda şu şekilde anlamlandırıyor ve son derece kafa karıştırıcı:
Cumhuriyet: Milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı yönetim biçimi!
Demokrasi: Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi!
Burada 29 Ekim’de cilaladığımız kavramlara uyuzluk peşinde değiliz. Sadece mantığı doğru oturtmak gerekiyor.
1- TDK’nın Cumhuriyet tarifi doğruysa, 1950’ye kadar bu millet egemen falan değildi. Ve kendisi herhangi bir seçimde bulunmadı. Ne cumhuriyeti?
2- Cumhuriyet benim anladığım gibi aslında sorunlu bir kavramsa, İran İslam Cumhuriyeti ile Çin Halk Cumhuriyet’ini örnek verebiliriz. İster misiniz?
3- Esas olan milletin egemenliği ise, Avrupa’da demokrasinin işlediği ve meclisin seçimle teşekkül ettiği ve fakat krallık olan ülkeler için ne diyeceğiz? Derdimiz özgürlük ve eşitlik ise eğer…
4- Dedemle konuştum. Hiçbir devrimi gerçekleştirirken onlara sormamışlar. Kimse benim adıma benden daha iyi düşünemez dersem, nasıl itiraz edeceksiniz?
Zaten yeni devleti kurarken geçirdiğimiz macera ile sonrasında takındığımız tavır arasında da bir tuhaflık var.
İlk kertede yedi düvele karşı savaştık.
Sonra birden Yunan peydahlandı Anadolu’nun içlerine kadar…
Amansız bir milli mücadeleden sonra denize döktük veya yolladık.
Sonuçta kazandık.
Ne oldu?
Kazandık ama mağlup bir devlet gibi Lozan’da dayak yedik. Misak-ı Milli hikaye oldu.
Resmi tarihin üfürdüğüne bakarsan, aslında biz hep Osmanlı ile savaştık, Osmanlı ailesini kovduk, sonra Cumhuriyeti kurduk.
Arkasından yedi düvelle de ve bilhassa Yunanla da aynı yatağa girmek için kuyruk salladık.
Bilhassa çağdaş/ batıcı/ laiklerimizin Yunan sevdası bambaşkadır.
Ulan onları yenip de kurmadık mı bu devleti? Vahdettin Han mıydı bütün derdiniz?
Hemen “İzmir Marşı”na bağlar gibisiniz konuyu değiştirmek için.
Bugün ap aşikar biliyoruz ki, Mustafa Kemal gizlice ve sisli bir havada ve dahi kıçı kırık bir tekne ile çıkmadı İstanbul’dan…
İşte bu çarpıklıkları düzeltemediğimiz için 10. Yıl Marşı’nın ötesine gidebilecek bir ilerlemeyi gösteremedik zihinsel dünyamızda.
29 Ekim yeni devletin kuruluş yıldönümü sayılabilir.
Ve ben eskisinden nefret etmediğim gibi birçok açıdan daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim.
Ama bütün kerameti kendinden menkul hakimlere diyorum ki, Osmanlıyı çok sevmek, bu yeni devleti sevmemek anlamına gelmez. Bir defa bu devlet benim devletim. Bu vatan benim vatanım. Tartışmam.
Ama… Yeni devletin kuruluşu sırasında yaşananların üstünden örtüyü kaldıracaksınız. Hurafeleri temizleyeceksiniz. Masalları ayıklayacaksınız.
Sonra önümüze yani geleceğe bakacağız.
Bunu yapmayı beceremez isek, hep bir tartışma ve ayrışma sebebi olarak kalacaktır.
Ve burada asıl hedefim, bu milli bayramı, adeta “din” haline getirdikleri “Kemalizm”in bayramı olarak kutlamaya kalkışanlardır; çünkü diyorum ki, gelin artık bir orta yolda buluşalım, kaybettiğimiz zamana yazık…