​ÇOKLU YAŞAM MODELLERİ

Ümit G. CEYLAN 27 Nis 2023

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Eğitim modelimiz aslında hayatın da modeli.

Ünlü ABD’li gelecek bilimcisi Alvin Tofler’in “21. yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler değil, öğrenmeyen, öğrendiği yanlışlardan vazgeçmeyen ve yeniden öğrenmeyenler olacak” demişti. Bu cümle ve benzeri düşünceleri günümüzde artık iyiden iyiye hissettiren olaylar yaşıyoruz. Özellikle de eğitimde. Eğitim modelimiz aslında hayatın da modeli. Bu modeli değiştiremediğimiz sürece ilerlemenin dışarıda yakalanması gerekecek. Bu da büyük maliyet ve zaman kaybı demektir. Mesela Teknofestlerle çocukların, gençlerin ilgisi bilime ve teknolojiye çekilmeye çalışılıyor. Bu büyük ölçüde başarılı da oldu, oluyor. Ancak Milli eğitim müfredatımız ve uygulama biçimimiz hatta öğretmen yetiştirme anlayışımız bu festivallerin çok gerisinde kaldı. Adeta eğitimde yapılamayanı bu festivaller yapıyor desek abartmayız.

Dinamikler değişti

80 ve 90’ları yaşayanlar bilir, o yıllarda yaz aylarında nerdeyse çok kimsenin sahil beldelerinde yazlık evleri vardı. Olmayanlar ise devre mülk veya sezonluk ev kiralardı. Bu bir akımdı ve olağan bir durumdu. Son yirmi senedir ise bu anlayışın yerini daha farklı bir tatil anlayışı aldı. Sadece yazın en fazla 3 ay kullanılacak bir ev için yatırım yapmak istemeyenlerin çoğu bu evlerini sattı. Hala bu evlere sahip olanlarsa eski alışkanlıklarını değiştirmeyen yetmiş yaş üstü kuşak. Yeni nesil ise yaz aylarını farklı yerlerde farklı güzellikleri görerek hatta yurt dışına da çıkarak değerlendirmek istiyorlar. Yeni kuşak hatta orta yaş kuşağı da bu şekilde. Büyükşehirlerde iş hayatı koşulları da değişti. Sabah dokuz akşam altı iş hayatının yerini uzaktan çalışma alternatifleri aldı. Tabii her sektör için bu sağlıklı değil. Ama bazı sektörler için gayet tasarruflu ve verimli olduğu biliniyor. Özellikle yeni nesil yaşam ve iş modelleri arasında çok tercih edilen bir alan var ki yeteneği olan birçok genç bu alanda karar kılıyor. Tasarım alanından bahsediyorum. İlgisi ve yeteneği olan her kesimden gencin yeni alanı tasarım. İnternet üzerinden kurduğunuz iş hayatınızı büyük bedeller ödemeden geliştirip para kazanabiliyor ve dünyayı de gereksiz israftan kurtarabiliyorsunuz. 

Şehirlere tıkışmak zorunda değiliz.

Çoklu yaşam modelleri artık bizlere şehrin sıkışıklığından kurtulma imkânı veriyor. Gelişen ulaşım imkânları ve dijital dünya sayesinde hem metropollerin nimetinden hem de kırsalın güzelliğinden yararlanabiliyoruz. İşte tam da bu yüzden alıştığımız ve alışkanlığımızı kıramadığımızı düşünüyorsak eski tarzımızı bırakmalıyız. İlerlemek için daha sağlıklı ve zehirleyici beklentilerden kurtulmak için değişim şart. Değişim öğrenmeye açık insanların fark ettiği bir olgu. Artık değişimi görmenin zamanı gelmedi mi? Hâlâ aynı konuları konuşan ve aynı dosyaları açıp bir türlü hayata sokamayan insanların hikâyelerini dinlemek bizi yerimizde saydırıyor. Çevremizi de değiştirmekten korkmamalıyız. Küçülmeyi göze almalıyız. Yani apartmanlarda yüz kırk metrekare evler yerine daha küçük ayağımızı toprağa basabileceğimiz kırsal alana yakın, sakin, vaktimizi tasarruf edeceğimiz yerlerde çalışma imkânlarımızı sürdürebiliriz. Özellikle de genç arkadaşlarımızı henüz hayata atılmak üzerelerken büyükşehirlere çakılı kalmayacakları bir hayat tarzını öneriyorum. 

Değişime eğitimden başlayalım artık

Sanayi devriminden kalma çocukları saatlerce dört duvar arasına tıkma anlayışı artık bitti. Bu şekilde devam ettiğimiz sürece mutsuz bir nesil yetiştireceğiz. Çünkü bu bir eğitim sistemi evet ama öğrenme sistemi değil. Zira artık sanayiye eleman yetiştirmiyoruz. O devir bitti. O yetişecek elemanları meslek liselerinden alacaksınız. Ancak çoklu öğrenme modellerini acilen devreye almamız lazım. Çocukları internettin başından kurtarmak istiyorsa onları doğa ve güzel sanatlar ile buluşturmalıyız. Ama yine onları atölye adını koyduğumuz beton duvarlar arasındaki binalarda sanat eğitim aldırmaya kalkmayalım. Sanatın kendi mekânında doğasında bu öğrenimin yapılması lazım. Zorunlu ve sınav geçme yöntemlerinden uzakta severek ve kendini bularak öğrenmeyi öğrenmeli yeni nesiller. 

ÇOCUKLARIMIZIN SAĞLIĞI DAHA ÖNEMLİ

Malum ülkemizin eğitim sistemi sınavları kazanmak üzerine kurulu. Bu uzun zamandır böyle. 80’ler ve 90’larda Anadolu liseleri adı altında ayrıcalıklı tutulan bazı okullar vardı. Orayı kazanana farklı gözle bakılırdı. Diğerleri ikinci sınıf vatandaştı sanki. Sonra onlar eşitlendi hepsi Anadolu lisesi oldu. Ancak sınava odaklı eğitim sisteminden kurtulamadık. Daha ortaokulu bitirmeden çocuklara soruluyor. Lise sınavını ne yapacaksın? Kursa gidecek misin? Nasıl hazırlanacaksın? Şu okulun puanı bu olmuş gibi uzayıp giden soru yumağı çocukları geriyor. Aileleri de başka türlü evde huzurlarını kaçıracak şekilde sıkıntı yaratıyor. Çocuklar alınıyor başka okullara yazdırılıyor. Her şeyden önce sorunun kaynağını bizim çözmemiz mümkün değil. Bunu bilerek hareket ediyoruz. Ama çocuklarımızın psikolojisi de her şeyden daha önemli. Su akar yolunu bulur. Mutlaka çocuklarımız öyle ya da böyle yetenek ve güçlerinin yettiği kadarına ulaşacaklardır. Onları germekle sürekli sınava çalışmalarını söylemekle iyi bir şey yapmıyoruz. Kazansa da kazanmasa da onlar bizim evlatlarımız. Varsın doktor olmasın da hemşire olsun. Önemli olan sevdikleri, mutlu olacakları işleri yapmaları. En önemlisi de en güzel yaşları olan şu ilk gençlik çağlarını başında sınav balyozunu hissetmeden yaşamalarıdır. Bir daha bu yaşlar geri gelmeyecek. Sınav hep olacak hayatta ama bu sınavları hepimiz de biliyoruz ki gerginlik ve korku ile aşamayız. Biz sakin kaldıkça onlar da sakin kalacaklar ve gerçekten ne istediklerini bilerek ilerleyecekler. Aksi halde yanlış seçim, sınav korkusu ile kapısında onları bekliyor olacak. Öte yandan kurslardan ricam beni sürekli aramayın. Seneye kurs planımız yok. 

MUTLULUK

Foto Kritik

Mutluluk dıştan içe doğru yayılmaz. Mutluluk içten dışa doğru etrafa saçılan bir güzelliktir. Elimizdekilere bakalım, ne var? Çiçek toplayan çiçek dağıtır. Tazedir mutluluğun kokusu. Baharın coşkusunu içinde taşımayana ne yapılabilir ki? Elinden geleni yap; evini düzenle, temiz havanın içeri girmesine izin ver. Fazlalıkları paylaş. Mutluluğun en güzel nişanesi olan tebessümü yüzünden hiç düşürme. Yüzünü sevgiye çevir. İnsanı mutlulukla kuşatan sevgi kurtaracak. Rüzgârla iş birliği yap ki dağılsın keder ve hüzün. Çiçekleri tak başına. Boş ver kim ne derse desin. Yeter ki sen mutlu olmayı seç. Gökten yağdır çiçekleri. Mutluluk öyle bir şeydir ki; kimsenin sana zarar vermesine izin vermez. Koruyucudur bir tarafıyla her türlü kirden, pastan. Işıldatır gözleri kamaştırır. İyi düşünene ışıldarsın. Kötü düşünene ise gözleri kör eder. Mutluluk makyajla ortaya çıkmaz. Mutluluk elbise değil giyilmez. Mutluluk içinde yüzülür. Mutluluk bulaştırılır. Mutluluk kabı müsait olana iyi gelir, olmayana mutluluk bile ağırdır. 

SEVİLAY ACAR 

BÜYÜKANNE SARILIŞI VE KIZILAĞAÇ DOKUNUŞU... 

Şöyle samimi, içten bir kucaklamaya ihtiyacımız var. Uzun zamandır torununu görememiş bir büyükanne şefkatiyle karşılamaya ve karşılanmaya. Kendimizi güvenle bir sevgilinin, bir eşin, bir dostun kollarına bırakmaya... Güzel bir manzaranın karşısında ayaklarımızı uzatıp, gözlerimizi, gönlümüzü ayırmadan saatlerce orada, o anda kalmaya... Ses de insan da adaçayı etkisi yaşatır ya hani, şefkatli, anlayışlı, dinlendiren ve dinlendikçe demlendiren o ses kime aitse o sesin içine tüm yorgunluğumuzu bırakmaya... İçimizdeki şımarık çocuğu, yaşımıza başımıza, unvanımıza bakmadan, lunapark etkisi yaratacak bir anlayışın içine özgürce salmaya... Koşsun, oynasın, çılgınlık gibi görünen her şeyin içinde kendisi olsun. Hiçbir etikete, yargıya aldırmadan aşsın, taşsın, hayalleri neyse heyecanla, sevinçle, keyifle anlatsın. Özü olsun, özden olsun, özüyle buluşsun.  

“Bugünlerde herkes gitmek istiyor” der ya Can Yücel şiirinde. Yaşadıklarımız karşısında bugünlerde hepimiz yorgun ve mutsusuz. Gitmek isteyen var mı bilmiyorum ancak kaldığımız yer pek de tatmin etmiyor bizi. Ortak yaşadığımız acıların dışında bir de bireysel olarak yaşadığımız deneyimlerimiz var. Herkes kendi filminin içinde farklı haller yaşıyor. Konularımız farklı olsa da hepimizin aşması gereken yolları vermesi gereken dersleri olabiliyor. Umudumuz tekrarlardan ırakta neşeyle ayakta durabilmek. İçimizde yaşamayı, yeşermeyi bekleyen onlarca umutla huzuru bulabilmek. Kimi bunu başarabildi, kurağa, fırtınaya, yağmura rağmen dimdik ayakta durabildi. Bilge bir ağaç gibi kökünden beslenebildi. Kimi de olduğu yerde kaldı, ilerleyemediğinden değil, bir desteğe ihtiyaçları olduğundan. Bazen kalır insan, içinde potansiyeller taşıdığını bilmeden. Oldukları yerde durup kalanlar, diğerlerinin tohumuna, fidesine bakarak, sabretmeyi, zamanla her şeyin olabileceğini düşünerek suladı umudunun toprağını. 

Dün bir parkta oturup, ağaçları seyrettim. Bazıları ihtişamla yeşermiş, pırıl pırıl yansırken hayata; bazıları da dalında bir tek yaprak olmadan öylece duruyordu olanların karşısında. Hiç boynunu bükmeden, gözlerini diğer ağaçların üzerinden ayırmadan, hem onlar yapraklandığı için mutlu hem de kendinin de zamanı geleceğinden umutlu, orada var olma görevini üstleniyordu. Çiçeklenmiş, yeşillenmiş onlarca ağacın arasında yaşayan ağaçlara baktığımda aklıma kızılağaç geldi. “Bilgelik kızılağacın içinde yaşar” derler. Bu muhteşem ağaçların boyu oldukça uzundur. Bu gezegende yaşayan en büyük varlıklar diyebiliriz. Ateşe, sele, haşerelere, hastalıklara ve maddi dünyadaki birçok hasara karşı dayanıklıdırlar. Bu bilge ağaçların çok derin özellikleri var ancak en çok onların köklü dayanışmaları beni etkiledi. Kızılağaçların kökleri komşularınınkiyle birbirine geçmiş haldedir. Bu kaynaşma ağaçların korkunç fırtınalara beraberce dayanışmalarını sağlar ve sembolik olarak bilgeliğin bulunduğu merkezi temsil eder. Sadece kızılağaç değil, tüm ağaçlar kökleriyle temas eder birbirine. Komşuluk doğanın ruhunda var. Yaşama, oluşa nasıl ayak uydurmamız gerektiğini anlatıyorlar sanki. An kitabımın doğanın içinde bir sayfa gibi açıldığı bu anda yine birlik mesajı veriyordu canlılar. 

Yorgunluğuma şifa olması niyetiyle geldiğim bu parkta sevgi ve şefkat temelini ağaçlardan doğadan alan bilgelerimiz geldi aklıma. Büyükanneler, dedeler ve onların güvenli kolları... Teknolojiyle, sanal dünya ile uzandıkça, o kadar çok uzak kaldık ki birbirimize. Yorgunken hissediyor insan yalnızlığını. En çok böyle anlarda hissediyor bir dostun kökten dokunuşunu. Yorgunken anlıyor insan en çok özünü. Bu anlarda kökünü özlüyor ve de özüyle seslenecek birini. 

Karşımda duran rengârenk çiçek açmış ağaçlar, yeşil rengi ve duruşuyla büyüleyen çamlar ve içlerinde dimdik hevesle açmayı bekleyen dallarıyla birlikte ne güzel yansıtıyorlardı bize yaşamı. O çıplak ağaçların da oluşun içinde bir rolü vardı. Hem sabırla olma yolundalar hem de bize umudun mesajı olarak yansıyorlar. Hem dallarını uzatarak yeşermeyen ağaçları tıpkı bir babaaanne şefkatiyle sarıp sarmalıyorlar, hem de kökleriyle birbirlerine destek veriyorlar.  

Tüm hüzünler, hüzünle birlikte yükselen öfkeler, yargılar, yüksek sesle ve şiddetle önümüze çıkan fırtınalı günlerle birlikte, özümüze dönme yolculuğumuzun en hararetli dönemini yaşadık belki de. 

Yorgun yolcular olarak bugün belki de en çok ihtiyacımız olan şey; bir kızılağaç gibi birbirimizi kökten kavrayış ve büyükanne sıcaklığıyla içimizdeki çocuğu bile kucaklayacak, içinde sevgiyle kaybolacağımız özden bir sarılış. 

CİNSİYET EŞİTLİĞİ ABARTILIYOR

Almanca malum batı dillerinden biri olarak cinsiyet ayrımı olan dillerden biri. Bu batının kültüründe olan bir ayrıma tabi tutma zihniyeti zaten. Yani sınıfsal düşünme meselesi dile de yansımış. İngilizce’de de öyle. Maalesef Arapça’da da böyle. Sakın bana bu bir zenginlik demesin. Asla değil çünkü. Ancak Türkçe böyle değil. Zihniyet neyse dil de öyle gelişmiş. Şimdi son on yıldır fobik bir şekilde cinsiyet ayrımı yapmamak için dillerinde ayrımcı olmadıklarına dair okullarda sınavlarda bile özel işaretler kullanıyorlar. Bu akıl alır gibi değil. Eşitlemeyi iyice abarttılar. Aşağı Saksonya eyalet hükümetinin görüşüne göre okulda çocuklar sınavlarında zıt terimler kullanırlarsa herhangi bir dezavantaja maruz kalmamalıdır diye açıklama yapılmış. Almanca’da erkek öğretmen Lehrer, kadın öğretmen Lehrerin diye yazılıyor. İşte bu ayrımın altını çizmek istedikleri zaman öğrenciler Lehrer:in veya Lehrer*in gibi işaretlerle cinsiyetçilik yapmadıklarını belirtebiliyorlar. Olur da belirtmeyi unuturlarsa ki bu çok normal. O zaman bu sınavlarını olumsuz etkilememeliymiş. Öte yandan hükümetin "sınıfta ve müfredat dışı bağlamlarda cinsiyete duyarlı konuşma ve yazı dilinin gözlemlenmesini" desteklediğini belirttiğini de gazetenin web sayfasında okuyoruz. Yani bir dilekçe yazarken mesela bu belirteçleri kullanabiliyorsunuz ve hatta kullanılması destekleniyor. Bunun yanı sıra eğitim siyasetçisi Harm Rykena, hükümetin tutumunu eleştiriyor ve diyor ki; “Almanca yazımı keyfi hale geliyor. Tarihsel olarak gelişen Alman kültürel dilimiz, Milli Eğitim Bakanlığı'nın bu sapkın uygulamasıyla kötüye kullanılıyor durdurun". Dillerindeki bu ayrımcılık yüzünden kadın ve erkeği aynı tuvaleti kullanmayı eşitlik zannedecek kadar bir suçluluk duygusuna itmiş bir batıdan bahsediyoruz. Biz de bunlara bakıp eşitlik diyoruz ya, acıyorum gerçekten bu cehaletimize. (Haber Frankfurter Algemeine web sitesinden derlenmiştir)

ARTI EKSİ

ARTI

Hatay’da ramazan

Hataylı bir depremzede büyüğümüz depremde evi yıkılınca kardeşinin dükkânına yakın bir yere konteyner kuruluyor. Ramazanı nasıl geçirdiğini merak edip soruyorum kendisine. Hayatında bu kadar bolluk bu kadar ikram görmediklerini söylüyor. Konteyner evinde çok mutlu. Artık öyle bir raddeye gelinmiş ki yardımların başka yerlere götürülmesini söylemiş bu büyüğümüz. Taştı diyor. O derece ikram geldi diyor. Devlet ve STK iş birliğinin gücünü görüyoruz bu anlatımda. Oraları fırsat buldukça gidip görmek lazım. Belli başlı STK’ların ve bakanlıkların mutfakları hala açık. Gönüllüler de buraya sürekli gelip gidiyor ve destek veriyorlar. Bu birlik beraberliğimiz inşallah çoğalarak devam etsin.

EKSİ

Bilişim nimetinden yararlanamıyoruz

Seçim sandığına gitmek için gün sayıyoruz. Milyonlarca vatandaş seçim günü sandığa gidip oy kullanacak. Herkesin işi gücü var. Hastası, yaşlısı, engellisi var. Sonuçta oy kullanmak bir vatandaşlık görevi. Bu görevi sorumluluk bilinci içinde yerine getirmek başlı başına bir vatanseverliktir. Madem ki yirmi birinci asırdayız, oy kullanma işlemi internet üzerinden niye yapılmasın? Üstelik beşinci nesil insansız milli muharip uçağımızın yazımlarını yapabilecek iradeye sahip olmuşken. Neden olmasın? Oy verme işlemini herkes bulunduğu yerden yapabilir. Bu işlemi dijitalde yığılma olmasın diye bir hafta ile on güne yayabiliriz. O zaman güvenlikten trafiğe kadar birçok alanda tasarrufa gitmiş oluruz. Bizim kadim öğretide kolaylaştırınız zorlaştırmayınız der. 

“ULUSLARARASI LİDER ARAŞTIRMACILAR PROGRAMI”

Devletimizin özel daveti ve bizzat Cumhurbaşkanımızın bir mektubu ile yurt dışında bilim adamı olarak çalışan akademisyenlere bir çağrı yapılmış. Bu çağrıda bilim adamlarımızın ülkeye dönmeleri ile birlikte projelerine destek verileceği söyleniyor. Sosyal medya üzerinden bir senaryo ile anlatılmış olan bu proje umarım karşılık bulur. Buraya geldiklerinde de bilim adamlarımız kıskançlık, ayak kaydırmaca ve görmezlikten gelinme gibi durumlarla karşılaşmazlar. Çünkü bizim akademimizin ve hatta her yerde en büyük sorun doğruyu, iyiyi, güzeli alkışlamak yerine tam tersini yapmaktır. Üstelik ben biliyorsam devletimiz de biliyor olmalı. Hali hazırda yurt dışından gelen akademisyenlerimiz de var. Devletimiz bu bilim adamlarımızı da görmeli. Öte yandan benim bu çağrıya bir eklemem olacaktır. Hali hazırda potansiyel bilim adamlarımızı özellikle şu an öğrenci düzeyindekileri kim keşfedecek? Onlara şimdiden kapı açılmalı. Öyle öğrenciler var ki haset hocaların kıskacı altındalar. (Bu arada özellikle bilim adamı kelimesini ben halen kullanıyorum. Bu akıl almaz hastalıklı cinsiyet eşitleme taraftarı değilim. Buradaki adam ademiyet yani insan anlamındadır. Kadın ve erkeği belirtmez).