ÇAĞRI FİLMİNİ SARIMSAKLASAK DA MI SAKLASAK?!

Doç. Dr. Can CEYLAN
Tüm Yazıları
Ben de elli yıla yaklaşan hayâtımda Çağrı filmini yirmi otuz kere seyretmişimdir.

Bugün bayram. Allah, tuttuğumuz oruçları kabul etsin.

1976 yılında gösterime giren Çağrı (The Message) filmi, yıllardır olduğu gibi bu Ramazan’da da birçok kanalda yayınlandı. Hatta film, teknolojik imkânlarla yenilenip “4K kalitesiyle” ve “45. Yıldönümü münasebetiyle” tekrar vizyonu girdi.

Ben de elli yıla yaklaşan hayâtımda Çağrı filmini yirmi otuz kere seyretmişimdir. Yine denk gelsem, oturur bir daha seyrederim. Hele Anthony Quinn’in canlandırdığı Hz. Hamza’nın çölden aslan avından gelirken atının üstündeki hâlini ve Bedir Savaşı’nda Hz. Hamza’nın “ve yeğenim Ali” dediğinde ekranı kaplayan Zülfikâr tüylerimi her seyredişimde ürpertir.

Ama maalesef birçok yanlışa rağmen Çağrı filmi kadar ikinci bir film çekilemedi. Maurice Jarre’ın yaptığı müzikler, birçok “dinî” programda fon müziği olarak kullanıldı. Ama o melodileri geride bırakacak bir film müziği de yapılamadı. Böyle bir film müziğini yapacak Müslüman bir müzisyenin olmaması ve müzikleri Londra Flarmoni Orkestrası’nın yerine icra edecek başka müzisyenlerin olmaması hâlâ bir eksikliktir. Bunca yıldan sonra bu çapta yeni film yapılsa, aynı ayarda yeni besteler yapacak müzisyenler yetişmiştir.

Aşağıda birkaçına değinmeye çalışacağım olumsuzluğa rağmen Mustafa Akkad’ın böyle bir film yapması bir başarıydı ama 46 senedir bir ikincisinin yapılmaması Müslüman ülkelerin film sektörünün bir ayıbıdır. Belki Çağrı’ya ve ardından Ömer Muhtar adlı filme finansal destek veren Kaddafi gibi birinin de eksikliği söz konusudur.

Filmdeki yanlışlıklar

Gelelim Çağrı filmindeki yanlışlıklara. Filmin başındaki jenerikte senaryonun El Eser Üniversitesi tarafından onaylandığı belirtilmektedir. Oysa senaryoda, “kurgu gereği” gibi mazeretlerle mâzur görülemeyecek yanlışlıklar vardır.

Medine’deki ilk mescid

Filmi seyredenler çok iyi bilir ki, Hz. Muhammed günler süren hicret yolculuğunun ardından Medine’ye gelir. Devesini salarlar ve deve nereye oturursa, daha oturup dinlenmeden hemen mescid yapımına başlanır.

Oysa gerçek öyle değildir. Medine yâni daha önceki adıyla Yesrib, Yahudi tüccarların hâkimiyetinde bir şehirdir ve onların idâresinde bir Pazar vardır. Hz. Muhammed, ilk olarak İslâmî kurallarla işleyecek bir Pazar kurar. Bu sırada da İstanbul’un mânevî sâhibi olan Eyyüb El Ensârî’nin evinde misâfir olur.

Filmde anlatıldığı gibi hareket edersek, toplumsal ve ekonomik hayâtı ikinci plâna koyar ve ilk önce mescid yapmaya kalkarız. Ama mescid için gerekli parayı kimlerden toplayacağımızı daha sonra düşünürüz.

Bedir Savaşı

Filmde, Mediye’ye göçen Müslümanların Mekke’de bırakmak zorunda kaldıkları malları müşrikler tarafından yağmalanıp kervanla Şam’a götürülmektedir. Medineli Müslümanlar da kendilerine âit olan malları geri almak için kervana saldırmayı plânlar. Bunu haber alan müşrikler bir ordu ile Bedir kuyularına gelir. Bu arada Ebu Süfyan, kervanı başka bir güzergâhtan geçirip kurtarmıştır.

Oysa gerçekte Müslümanların saldırmayı düşündükleri kervan, Mekke’den Şam’a giden bir kervan değil, Şam’dan Mekke’ye doğru gelen bir kervandır. Bu sırada gelen âyet ile (Enfâl 8/7) Müslümanların hedefi değişir ve Mekkeli müşriklerden oluşan orduyla karşı karşıya gelirler.(1) Ama filmde anlatılana göre Müslümanlar tevhidi korumak için değil ganimet elde etmek için savaşmış gibi bir anlam çıkmaktadır. Bu da İslâm’ın bir savaş dini olduğunu iddia eden oryantalistlerin propagandalarını istemeden de olsa desteklemektedir. Ama yine Mustafa Akkad’a birçok zorluk çıkartılmıştır.

Zülfikâr

Filmde, Hz. Muhammed ve dört halife gösterilmemektedir. Yönetmen bu kısıtlama sebebiyle Hz. Ali’nin varlığını hissettirmek için Bedir Savaşı’nda zülfikârı ekrana taşımaktadır. Kurgu açısından en mâsum yanlış budur. Oysa Hz. Ali ile özdeşleşen bu kılıç, Bedir Savaşı’ndan sonra savaş ganimetleri arasında elde edilmiş ve Hz. Muhammed tarafından Hz. Ali’ye verilmiştir. Yâni Hz. Ali’nin Bedir Savaşı’na zülfikârla çıkması mümkün değildir.

Bunlar senaryo ve kurgunun gerektirdiği, esas mesajın verilmesi için sinematografik yorumlar olarak mâzur görülebilir. Ama Mustafa Akkad o dönemin şartları, Hollywood sinemasının baskısı, bütçe sıkıntısı, çekimlerin durması gibi birçok olumsuzluğa rağmen filmi çekmiştir. Ayrıca Bedir Savaşı sonrasında esirlere kötü davranılmadığını ve Müslümanlara okuma-yazma öğreten esirlerin serbest bırakıldığını anlatacak kısacık bir sahne bütün senaryo yanlışlarını unutturmaktadır. Mustafa Akkad, Müslüman bir yönetmen olarak ilminin sadakasını fazlasıyla vermiştir. Allah, ondan râzı olsun, mekânı cennet olsun.

Peki kırk altı yıldır, bir ikincisini yapamayan Müslüman yapımcıların, senaristlerin, yönetmenlerin, müzisyenlerin mâzereti nedir? Bunca yıl sonra filmi “4K kalitesiyle” yeniden vizyona sokmak, tozları halının altına süpürmek değil midir? Senelerdir ve hâlâ müzik haramdır deyip film müziği yapacak müzisyenlerin önünü kesen Selefî kafa, acaba Hristiyan bir müzisyen olan Maurice Jarr’ın bestesini dinlerken müziğin haram olup olmadığını düşünüyor mu?

Kadın sesinin Kur’ân-ı Kerim okurken bile haram olduğunu savunan Müceddidî kafa, Hz. Hamza’yı oynamak için neden bir Hristiyan olan Anthony Quinn’den daha iyi bir oyuncu çıkaramadığımızı, hatta Anthony Quinn’i (İtalyan asıllı olmasına rağmen) Ömer Muhtar rolünde de seyrettiğimizi açıklayabiliyor mu?

Şimdi eski İstanbul fotoğraflarının siyah-beyazdan renklendirilmesi gibi, dijital imkânlarla 4K görüntü kalitesine getirilen Çağrı filminin yeniden vizyona girmesinden sevinç değil hicap duymalıyız. Hollywood sineması, târihinde tek bir zafer olmayan ABD ordusu için yüzlerce Vietnam, onlarca Afganistan ve Irak filmleri çekerken, biz, aldığı tehditlere rağmen Mustafa Akkad’ın 1976’da çektiği Çağrı filminden bir arpa boyu bile ileri gidememişiz. Neredeyse yarım asır önce çekilmiş bir filmin 4K yapılması, filmin sarımsaklanıp saklanmasından benzer bir eylemdir.

Devrin medya devri olduğu, gerçeklerin değil kurguların kabul gördüğü zamânımızda koca İslâm âlem, onca yanlışına rağmen Çağrı filmini bile aşamadıysa, “Eşofmanlı Şevket Hoca” ile mizah malzemesi hâline gelen ve “dinî program içeriği” hâline gelen “soruları” bir daha düşünmemiz gerekir.

(1) Şaban Ali Düzgün, Kimliksiz Hakikatler, Otto Yayınları, 2017, s.120