​BÜYÜMENİN FİNANSMANI-SINIF ÇATIŞMASI VE TASARRUFLAR

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
İktisat biliminde bir ülkenin büyüme problemi temelde iki soruya verilen cevapla bağlantılıdır.

İktisat biliminde bir ülkenin büyüme problemi temelde iki soruya verilen cevapla bağlantılıdır. Kapitalist bir ekonomi için uzun dönemde piyasa mekanizması yoluyla kendiliğinden (devletin müdahalesine gerek kalmadan) ulaşılacak bir denge büyüme oranı var mıdır? Bu denge büyüme oranı varsa, o takdirde bu büyüme oranı istikrarlı mıdır? İlk soruya verilen cevap genelde olumludur. Bu denge oranı, ortalama tasarruf oranının nüfus artış oranı, teknolojik gelişme oranı ve amortisman oranının toplamına eşit olduğu durumdur. Tartışmalı olan durum bu dengeye sistemin kendiliğinden gelip gelmeyeceği, kendiliğinden gelse dahi bu dengenin istikrarlı olup olmayacağıdır. 

Egemen iktisat anlayışı belli bir teknoloji düzeyinde ve toplumun geneli için geçerli bir sabit bir ortalama tasarruf oranı varsayımı altında kapitalist bir ekonominin kendiliğinden bu dengeye gelebileceğini ve bu dengenin istikrarlı olduğunu savunur. Sabit tasarruf oranı varsayımını herkesin anlayacağı bir dille ifade edersek, bir milletin milli gelirinin örneğin %30’u gibi sabit bir oranını tasarrufa ayırdığı ve bu %30 oranının milli gelir veya sermaye miktarı değiştikçe değişmediği varsayılmaktadır. Robert Solow, bu yaklaşımın gurusudur. Denge büyüme oranı da nüfus artış hızı ve amortisman oranının toplamına eşittir çünkü teknoloji değişmediği için teknoloji gelişme oranı sıfırdır. Denge, sermaye – milli gelir oranındaki değişim ile sağlanır. Sermaye - hasıla oranındaki değişimin bütün ekonomiyi denge büyüme oranına kendiliğinden getiren temel faktör olması için sermaye ile emeğin bütün üretim kollarında rahatlıkla yer değiştirebilmesi varsayılır. Bu şu demektir: Örneğin bir tekstil fabrikasında 100 işçi ve 5 dokuma tezgâhı kullanılıyor olsun. Aynı miktarda üretimi 10 tekstil makinası ve 50 işçiyle de yapabiliyor olduğunuz varsayılır. Bu gerçek hayata uymaz. Böyle bir değişimin gerçekleşebilmesi için teknolojinin değişmesi gereklidir. Ancak modelin başında teknolojinin değişmediği varsayılmaktadır. Gerçekte hemen hemen bütün sektörlerde emek ve sermaye birbirinin yerine geçmez ama birbirini tamamlar. İktisat diliyle söyleyecek olursak sermaye emeğin ikamesi değil tamamlayıcısıdır. O zaman ekonomiyi denge büyüme oranına getiren etken nedir? 

Alternatif iktisat okulları, bu soruna değinirler. Eğer denge büyüme oranı varsa ve olağanüstü şartlar haricinde ekonomiler bu orana göre büyüyorsa (ki bizim ekonomimizde bu oran yıllık %5’tir) bu denge nasıl sağlanır? Öyle ya, sermaye emek ve sermaye hasıla oranı değişmiyorsa ekonomi dengeye nasıl gidecektir? Bu soruya, Kaldor, Kalecki ve Pasinetti gibi iktisatçılar ortalama tasarruf oranında gerçekleşen değişimle denge büyüme oranına ulaşılacağını söyleyerek cevap verirler. Bu ise basitçe şu şekilde anlatılabilir: Her kapitalist toplum iki ana sınıftan oluşur; emekçi sınıf ve sermayedar sınıf. Bu sınıflar aynı zamanda, her iki üretim faktörünün de sahibidir. Emekçi sınıfın (başkasının işletmesinde ücret ve maaş karşılığı çalışan her türlü emek sahibi bu tanıma girer) geliri ücret ve maaşlardır. Sermayedar sınıfın (ki bu sınıf işletme, gayrimenkul ve fon sahiplerini içerir) geliri ise her türlü kâr ve faizdir. Buna gayrimenkul sahiplerinin kira gelirleri de eklenebilir. Hemen hemen 100 yıldır toplanan resmi istatistiklerde bütün ülkelerde şu eğilim gözlemlenmektedir: Maaşlı ve ücretli çalışanların gelirlerinden tasarrufa ayırdıkları pay çok düşükken diğerlerinin gelirlerinin yarıdan fazlası tasarrufa ayrılır. Bu gerçeğe dayanarak, yukarıda adı geçen iktisatçılar sermaye hasıla ve sermaye emek oranlarının sabit olduğunu ve teknolojinin de değişmediğini varsayarak ortalama tasarruf oranının ekonomiyi dengeye getirdiğini savunurlar. Şöyle ki, eğer toplam ücret gelirleri milli gelirin içinde yüksek pay sahibi ise tasarruf oranı da daha düşük olmaktadır. Bu da daha az yatırıma ve büyümenin yavaşlamasına yol açar. Büyüme yavaşlayınca işsizlik artar ve ücretler düşmeye başlar. Ücretlerin milli gelir içindeki payı düştükçe, diğer gelirlerin payı artar ve tasarruf oranı yükselir. Tasarruf oranı denge değerine gelene kadar bu süreç devam eder. Tersi durumda, ücretlerin milli gelir içindeki payı çok düşükse diğer gelirlerin payı yüksektir ve dolayısıyla ortalama tasarruf oranı çok yüksektir. Bu durumda da yatırımlar yüksektir, büyüme ve istihdam hızla artar, istihdam arttıkça ücret gelirlerinin payı yükselir ve tasarruf oranı düşer. Tasarruf oranı denge değerine gelene kadar bu süreç devam eder. 

Kapitalist sistemde, kendiliğinden sermaye birikimi yaratan tek örnek Anglo – Sakson ekonomileridir. Sanayi Devrimi ile gerçekleşen bu süreç çok özel tarihi ve jeo-politik koşulların sonucudur. Özünde de, emekçi ve sermayedar sınıflar arasındaki gelirden pay alma kavgasının (sınıf çatışması) sonucunda sermaye birikimi gerçekleşir. Hızlı büyümek için – teknoloji veri ise – emekçi sınıflarını gelirlerini baskılayıp sermayedar sınıfına gelir transferine ihtiyaç vardır. İngiltere ve Amerika dışında, bütün kalkınma hikâyelerinde ya devlet merkezli ya da sömürgecilik yolu ile bir sermaye yaratma süreci yaşanmıştır. Türkiye sömürgeci bir ülke değildir. Özellikle Osmanlı döneminde, imparatorluğun politikası bırakın sömürgeciliği, Anadolu ve Rumeli’nden diğer bölgelere rant aktarımı süreci içindeydi: Tersine bir sermaye birikimi süreci. Bu yüzden Tanzimat’tan itibaren devlet merkezli bir kalkınma süreci yaşanmıştır.

Bugüne geldiğimizde, sömürgeci geçmişi olmayan orta gelir grubundaki demokratik ülkeler için bir paradoks ortaya çıkmaktadır. Bu ülkeler hızlı büyümek zorundadır. Düşük gelir grubunda bu kolaydır, çünkü devlet topladığı vergilerle bir sermaye sınıfı, devlet eliyle bir burjuvazi yaratır, (bizde 1923 -1980 arasındaki politikalar ve TÜSİAD sermayesi buna örnektir). Ancak kişi başına gelir artıkça geniş emekçi kesimlerin tüketim talebi de artmaktadır buna karşın hala daha tasarruf oranı yetersiz kalmaktadır. İktidardaki demokratik hükümetler emekçi kitlelerin taleplerini göz ardı edemezler. Bu durumda yüksek gelir grubunu vergilendirip sosyal hizmetlere harcama politikası güderlerse (sosyal devlet ilkesi) bu tasarruf oranının azalmasına ve yatırım ile büyümenin yavaşlamasına yol açmaktadır. Yavaş büyüme ise, bu ülkelerin kişi başına gelirinin belli düzeylerde donmasına yol açmaktadır (Orta Gelir Tuzağı). Bu durumda ya dış tasarruflar (sıcak para) yolu ile tasarruf eksikliği tamamlanacaktır ki, bu da, ciddi bir cari açık ve dış borç birikimi anlamına gelir, (2002 -2017 arası AK Parti iktidarlarında Türkiye). Bu durumda dışarıdan fon akışı olduğu müddetçe büyüme devam edecek, paraların musluğu kapandıkça ekonomik büyüme yavaşlayacaktır. Benim “İleri Demokrasi” olarak tabir ettiğim ülkeler ise (Çin, Rusya ve bilumum Asya ülkeleri) demokratik baskıyı hissetmedikleri için emekçi gelirlerini baskılayarak büyümeye devam edebilirler, (özellikle Çin).  “Yani Hocam, ya demokrat bir ülke olup orta gelir tuzağına takılalım ya da totaliter bir yönetim altında bir avuç yandaş iş adamını zengin ederek kalkınalım mı diyorsunuz?” diye sorarsanız, ben size bir üçüncü yol daha olduğundan bahsederim. O da Cuma’ya kalsın.