​BÜYÜME, TEKNOLOJİK GELİŞME VE TEKNOLOJİ POLİTİKASI

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Güncel hayatımıza baktığımızda, ekonomilerin uzun dönem büyüme trendine ulaşmaları tek başına kişi başı sermaye stokunda veya ortalama tasarruf oranında gerçekleşen değişimle gerçekleşmemektedir.

Güncel hayatımıza baktığımızda, ekonomilerin uzun dönem büyüme trendine ulaşmaları tek başına kişi başı sermaye stokunda veya ortalama tasarruf oranında gerçekleşen değişimle gerçekleşmemektedir. Aslında her ikisi de değişmektedir. Yani, gerçek hayatta, her iki parametre de yavaş bir şekilde de olsa  değişmektedir. Dolayısıyla bir önceki yazıda bahsettiğim Solow ve Kaldor-Kalecki Modelleri’ne ait özellikler iç içe geçmiş olarak yaşamaya devam etmektedir. Fakat, başlangıçta sorduğumuz soruya yine de cevap verilmemektedir: Ekonomiler dışsal bir etken olmadan bir denge büyüme patikasına yaklaşabilirler, ancak bu büyüme oranı sabit midir yoksa kapitalist sistem içinde sisteme bağlı olarak değişebilir mi? Eğer teknolojik değişim bizatihi iktisadi etkenlerden kaynaklanıyorsa, o takdirde kamu politikası tarafından yönlendirilebilir mi?

Teknolojik değişimin biz iktisatçıların ilgisini çektiği ilk vaka Sanayi Devrimidir. Hobsbaum efsanevi eseri Devrim Çağı’nda Sanayi Devrimi’nin ve onun sonucunda ortaya çıkan makineleşmiş üretim düzeninin neden İngiltere’de çıktığını sorgular. O devirde İngiltere ne temel ne de uygulamalı doğa bilimlerinde dünyada lider konumundaydı, aksine, Fransa, Almanya ve hatta İtalya bile bu açılardan İngiltere’nin çok önündeydi. İngiliz üniversiteleri de, diğer rakiplerine göre, çok ileri bir mevki işgal etmiyorlardı. O dönemde bir Fransız veya Alman’ın Oxford ve Cambridge gibi üniversitelere girmek istemesi gülünç bir fantezi kabul edilebilirdi, ancak bir çok İngiliz öğrenci Kıta Avrupası’na öğrenime gitmekteydi. Demek ki, iş sadece bilim adamına veya bilimsel üretim kurumlarına sahip olmakta değilmiş. Özünde İngiltere’yi diğerlerinden farklı kılan ve Kapitalizm’in doğal yollardan bu ülkede evrimleşmesine neden olan etkenler doğa bilimlerinden değil ama tarihi, iktisadi ve sosyal etkenlerden kaynaklanmaktaydı. Tüccar bir toplum eğer denizaşırı ticarete hakimse ve kendi kurallarını diğer ülkelere dayatıyorsa, uzun yılların birikimine dayanan birey kültürüne sahipse ve paraya dönüşebilecek fikirlere yol veren pratik bir iktisadi bakış bu ülkede bulunmaktaysa, o takdirde, kendiliğinden teknolojik paradigma değişimi beklenebilirdi. 

Bizde teknoloji deyince akla gelen ilk şey internet, bilgisayar sistemleri ve yeni icat ve keşiflerdir. Onun için mühendis kökenli bazı meşhurlar, teknoloji geliştirmenin yeni Fen Liseleri açılarak sağlanabileceği yönünde görüşler serdetmektedirler. İşin doğrusu teknoloji üretim fonksiyonu demektir ve teknolojik değişim de üretim fonksiyonunun değişmesi anlamına gelir. Teknolojik gelişme oranı ise üretim fonksiyonundaki değişimin büyüklüğünü gösterir. Üretim Fonksiyonu ise ancak yatırım yapılarak değiştirilebilir. Falanca Fizikçi yeni bir teori geliştirdiği için teknoloji gelişmez, ama o bilimsel bilgiyi para kazanacak bir sistemin temeline yerleştirmek ve iktisadi hayata kazandırmak için yatırımın riskini alabilecek girişimci kişi ve kurumlara ihtiyaç vardır. 

Her teknolojik paradigmanın başlangıcında, bu yeni teknolojiyi hayata getiren girişimci – yatırımcılar çoğunlukla bireysel girişimciler veya küçük firmalardır. Bunun en güzel örneği 20’nci yüzyılın ikinci yarısında sıfırdan başlayıp yükselen Steve Jobbs ve Bill Gates gibi girişimcilerdir. Çünkü yerleşik bir teknolojik yapıyı yenilemek demek aynı zamanda eski tesisleri de tasfiye etmek demektir. Eski teknolojik paradigmada tekel gücüne sahip büyük firmalar hazırda büyük tekel kârları kazandıran bir düzeni değiştirmek istemezler. Yeni teknoloji yerleştikçe, öncü girişimci firmalar da büyür ve zamanla onlar da yeni teknolojinin lider firmaları haline gelir. Bunlara ek olarak, insanlık tarihi göstermektedir ki, teknolojik değişim her geçen yıl ivme kazanmaktadır. Bu da, firmalar ve ülkeler arası rekabette teknoloji geliştirmenin önemini her geçen gün artırırken, aynı zamanda, teknolojik paradigma değişimleri arasındaki zamanı kısaltmaktadır. 

Bugün teknoloji geliştirebilmek için dünyada AR-GE yatırımlarına büyük miktarlarda para aktarılmaktadır. 28 Nisan tarihli yazımdan bir alıntı yapalım: “Avrupa Komisyonu’nun 2016 yılında hazırladığı, dünyada Ar-Ge’ye en çok harcama yapan 2 bin 500 şirketi kapsayan sıralamada, ABD ilk 20’de 12 şirketle yer alarak rekor kırdı. Son yıllarda, bilim ve teknolojideki atılımlarıyla dikkat çeken Çin de ilk 10’da kendine yer açmış durumda; Çinli teknoloji devi Huawei 8,3 milyar Avro’luk Ar-Ge harcamasıyla sekizinci sırada.  İlk 20 şirkete baktığımızda birinci sırada Almanya’dan Volkswagen 13,6 milyar Avro AR-GE harcaması ile birinci sırada iken 20’inci sıradaki Bristol-Myers Squibb 5,3 milyar Avro AR-GE harcaması yapmıştır. İki Türk firması ilk 2500’e girmiştir. Bunlar 547’inci sırada 182,5 milyon Avro ile Tofaş ve 964’üncü sırada 87 milyon Avro ile Ford Otomotiv’dir. Rakamların farkını görebiliyor musunuz?”  Bunun yanı sıra, bir AR-GE yatırımının başarılı bir sonuç (yani piyasaya sürülecek hale gelip para kazandıracak potansiyele ulaşabilecek bir teknoloji veya ürün) için 2,5 seneden 10 seneye kadar bir vade gerektiği de bilinmektedir. Bu yüzden, AR-GE yatırımları hem büyük miktarda zaman ve para harcaması hem de ciddi bir planlama gerektirmektedir. Bugün, yukarıda örneği verilen firmaların çoğunun, binlerce uzman çalıştıran büyük AR-GE “fabrikaları” vardır.  İdealist bilim adamlarının fedakâr çalışmaları ile bilim ve teknolojide ilerlemenin yerini dev uluslararası firmaların kendi kâr ve pazar payı maksimizasyonu için yönlendirdiği bir teknolojik ilerleme süreci ortaya çıkmıştır. 

Bunları neden anlatıyorum? Birincisi, büyüme trendini belirleyen ana etkenlerden biri teknolojik gelişme hızıdır. Bu oran ise yeni teknoloji paradigmalarının ortaya çıktığı dönemde ciddi bir artış sergilerken, zamanla teknoloji olgunlaşıp hakim hale geldikçe azalmaktadır. Yani, teknolojik gelişme hızı 40-50 yıllık bir zaman dilimi içinde hızla artıp sonra yavaş yavaş düşmektedir. Ancak ilerleyen zamanda, teknolojik paradigma değişimleri 40-50 yıl vadeden 20-30 yıl vadelerine inmeye başlamıştır. Sonuçta ülkelerin denge büyüme trendleri uzun dönemli dalgalanmalara maruz kalmaktadır.

İkincisi, hızlı büyümek isteyen bir ülke, teknolojik gelişme hızını belirleyecek önlemler almalıdır. Bu ise çok kolay değildir. Bahsettiğim gibi, büyük meblağlarda yatırım yapabilecek dev firmalara ve zamana ihtiyaç vardır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde birikmiş sermaye düzeyi bu amaç için yetersizdir. “Hocam, ne yapalım o zaman?”, diye sorarsanız üç yol gözükmektedir:  

(i) Yabancı sermayeyi ülkeye davet ederek yüksek teknolojili üretimi onlara ihale edersiniz ki, o zaman, teknolojide dışa bağımlılık daha kuvvetlenir ve ipler sizin elinizde olmaz.

(ii) Yerli firmalar bir araya gelerek teknolojiyi ortaklaşa geliştirmek amacıyla teknoloji karteli oluşturma yoluna giderler ki, bu sefer de, rakiplerini silmeyi değil onlarla kol kola büyümeyi hedefleyen firmalar varsaymanız gerekir.

(iii) Kamu sermayesi ile bir teknoloji firması kurmanız gerekir.  

Hangi yolu tercih edersek edelim, teknoloji ve bilim politikası için merkezi planlama şarttır. Ülkenin uzun dönem hedeflerinin tayin edilip bütün politikaların bu hedeflere yönlendirilmesi gerekir. Bunun içinde politika otoriteleri arasında yüksek eşgüdüme gereksinim vardır. Öte yandan özel firmaların da planlamayı ciddiye alması gerekir. Bizde firmaların üretim ve yatırım stratejisi  “saldım çayıra Mevlam kayıra” yöntemiyle yapıldığı için uzun vadeli planlama da “Hak getiredir”.  Özel sektör firmalarının rekabet edebilmesi için uzun dönemli planlama şarttır. Bunlar olursa eğer, teknolojiyi geliştirecek doğa bilimci ile mühendislere ve bu süreci yönetecek sosyal bilimcilere ihtiyaç olacaktır. Eğer siz, planlama yapmadan ve sistem kurmadan adam yetiştirirseniz, sadece “beyin göçüne” neden olursunuz.