Casusluk faliyetleri bir kaç başlıkta yürütülür.
Casusluk faliyetleri bir kaç başlıkta yürütülür. Bunlardan biri insana dayanan. Yani sahadan insan aracılığıyla toplanan bilgi. Diğeri elektronik. Telefon dinleme, hack falan gibi. Bir diğeri de açık kaynaklardır. Açık kaynak denilen şey ise gazete, dergi, kitap, internet sitesi gibi yayınların dikkatlice okunması, onlardan yola çıkılarak belli tahliller yapılmasına dayanır. Hani ünlü “Akbabanın üç günü” filminde olduğu gibi.
İlk ikisini bilmem. Ama eminim ki Türkiye’de açık istihbarat ile casusluk yapmaya çalışan birinin aklı çok karışık olurdu. Çünkü böylesi bir basın üzerinden istihbarat raporu yazmak çıldırtıcı bir şey. Hadi raporu yazan, yazdı. Okuyanın aklı daha da karışırdı.
Mesela basın ve ona dayalı olarak gazeteciler üzerinden yürütülen tartışmalara gelin kısaca bir bakalım. Hatta daha da ileri gidip, bir açık istihbarat raporu yazalım.
“Gizlidir”
Türk basınında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Amerikan Başkanı Donald Trump görüşmesi yoğun yer tuttu. Ancak anlaşılamayan bir biçimde içeriğinden çok görüşme “kısa mı, uzun mu? kavgasına döndü. Kısacılar ile uzuncular karşı cephe oluşturup birbirlerine daldılar. Haber güme gitti. Sonuç alınamadı.
Komplo teorileriyle bizimle bile yarışabilecek nitelikteki bir gazetecinin 25 yıl evvel, gazeteci bir babanın kendi oğlu ile ilgili söylediği şeyleri 10 yıl evvel yazdığı anlaşıldı. Aradan geçen sürede bu oğul gazete çıkartmış oldu. Yeni gazete sahibi oğul hakkında bir “terör” soruşturmasından dolayı arama çıktı. Yeni gazete patronu oğulun “Gölge adam” lakaplı eski gazeteci yeni “sağlık uzmanı” babası altta kalmadı. Yazıyı yazan eski arkadaşı gazeteci ile birlikte yurt dışında içki içerek çapkınlık yaptıklarını anlattı. Ortalık anlayamadığımız bir biçimde karıştı. Şimdi biri “ben hiç içki içmem” diyor, diğeri ona “iftiracı.” Konu saptı, gitti.
Darbe teşebbüsünde elinde silah yakalananlar bile suçu üstlenmedi. “Darbeyi kim yaptı?” sorularına, “Valla ben de düşünüyorum, düşünüyorum bulamıyorum” cevabı verdiler. Burada neredeyse darbeyi bastıranlar suçlu çıkacak.
Gazete sayfaları, naylon aşk haberleri, dizi yıldızlarının yaptıkları şeylerle doldu. İşin ilginci bu haberler “ciddi” haberler ile yan yana veriliyor. Okuyanın nasıl aklı karışmıyor bilemiyoruz.
Yaz mevsimi ile birlikte gazete ve televizyonların Suriye civarından daha çok, Bodrum’a muhabir yollamaları bekleniyor. Mayolu fotoğrafların ise tabii ki her yıl olduğu gibi manşet üstü yayınlanacağı düşünülüyor.
Entellektüel birikimi ile takdir toplayan eski bir gazetecinin gazeteci oğlu ile bir başka gazeteci televizyonda birbirine girdi. İkinci gazeteci programdan istifa etti. Kavga twiteer’da da devam etti. Eğer kazara bir yerde karşılaşırlarsa bu kavganın fiziksele dönüşebileceğinden endişe ediliyor.
Neyse ki, iktidarı destekleyen yazarların kavgası durulma safhasında. Çok güçlü bir lideri olan siyasi bir hareketi destekleyen tarafların bu derece bir birine girmesini bir türlü anlayamamıştık. Kavga nasıl çıktı, nasıl bitti hâla anlayamadık.
Sayın ilgili, daha önceki raporlarımızın saçma sapan olduğu yolundaki uyarı yazınız tarafımıza ulaştı. Ancak burada yaşanan gelişmeleri olabildiğince detaylı dile getirdik. Sorun bizde değil. İnanın bu ülke, böyle bir ülke.
INSTAGRAM GAZETECİNİN KENDİ ALANI MI?
Hürriyet yazarı Ayşe Arman instagramı bildiğiniz reklam amacı ile kullanıyor. Benzerlerinin yaptığı gibi. Kimi ünlüler bu işten 100 bin lira bile talep ediyor. Ünlülere meraklı halkım da onların tanıttığı şeylere sahip olmak istiyor. Bildiğin reklam pazarlaması yani.
İşte Ayşe Arman da bu furyadan faydalanıyor. Hürriyet ombudsmanı Faruk Bildirici, Aşye Arman’ın bunu yapmaması yolunda bir yazı yazdı. Cevap gecikmedi. Arman verdiği cevapta, sadece Hürrriyet yazarı değil, başka bir sürü şey de olduğunu söyledi ve kısaca “seni ilgilendirmez” demeye getirdi. Daha önce de bir inşaat projesinin reklamında oynamış ve bu durum da kaynayıp gitmişti. Ayşe Arman, Hürriyet yönetiminin bu konuda bir şey yapmayacağını, yapamayacağını çok iyi biliyor yani. O “Meslek ilkeleri kitapçığı” falan lafın gelişi. Sıkıştıklarında kullanılacak bir şey yani.
Bu sıkça görünen bir durum. Yani gazeteci veya televizyoncu çalıştığı kurumlara ne kadar bağlantılı? Yani gazete dışındaki hayatları da gazetecilik ilkelerine bağlı olmak zorunda mı?
Cevabı kocaman bir evet. Çünkü, Ayşe Arman’dan Hürriyet markasını çıkarın aldığı reklamlar bir anda 10’da bire düşer. Lafım sadece Hürriyet Gazetesi’ne değil. Tüm gazetecilere. Gazeteler güvenilir imaj yaratmak için yıllarını veriyor. Marka oluşturuyor. Yazarlar da bu markanın bir parçası. Hal böyle olunca birbirlerinden ayrılmaz bir niteliğe bürünüyorlar.
Gazetelerin oluşturduğu güvenilirlik imajına sarılarak reklam yapmak hiç de doğru değil. Haa, ayrılırsın gazeteden istediğini yaparsın.
Ama maalesef bazı dostlar paranın sıcak yüzüne “Hayır” diyemiyorlar. Hadi şarkıcı-türkücüler bu işi yapıyor. Bari bir renk temiz kalsaydı.