BİLGE KİŞİLER NEREDELER?

Ümit G. CEYLAN 22 Nis 2021

Ümit G. CEYLAN
Tüm Yazıları
Bilgiyi akıl ile elde edip kalbinden geçirip süzen gönül erleridir bilgeler.

Bilgiyi akıl ile elde edip kalbinden geçirip süzen gönül erleridir bilgeler. Her türlü abes, gereksiz, aşırı malumat ve bilgiden uzak hayatı damıtarak yaşayan bu kutlu kişiler Türk Töresinde hep varlardı. Hikmet ve irfan sahibi olan kadim bilginin kaynağını günümüze kadar taşıyan, yeniden şefkati ve aklı ile şekillendiren adil kişilerdir; bilgeler. Onlar eskiden de olduğu gibi bugün de hayatın içindeler. Bilgelerin kendi yaşadıkları hayattan kendi çıkardıkları sözleri vardır. Arı, duru hesapsız ve ufki bakarlar. Türk Töresinde Hakanın yolunu gözlediği bir bilgesi vardı.  Çünkü gönlü hastalanınca şifa verecek olan bilgedir. Aklı bulanınca aklını toparlayacak olan yine bilgedir. Onlar doğru ile yanlışı ayırt ederler, sözü de söyleyip giderler. Söz dinlenir yerine getirilirse erdemli bir hayat teşekkül eder. Böylelikle toplum da bu yoldan gider ihya olurdu.

Yanmadan aydınlanmaz

Ne yıllarca NLP eğitimi adı altında birçok maskaralığa imza atanlar ne yoga ne meditasyon ne de dışarıdan moda olarak getirilen şifa yöntemleri bu topluma derman olmadı. Olamazdı da! Çünkü bilgelerin yöntemi zoraki, ezberlenmiş veya dikte ettirilmeye çalışılan bir tür egzersizler değildi. Bilgelerimizin bütün derdi insanın gönlüne ateş düşürmek suretiyle o gönlü yakmaktı. Ateş ile yanan bir gönülde aydınlanma olacak ve o aydınlanma ile kendine ait bambaşka bir yol bulacak olan insanoğlunun tıpkı bir meşalenin elden ele dolaşması gibi tüm âlemi Hak’ın nuruna gark edecekti. Bu nurla hepimiz bir diğerimizin derdine derman olacak, gönüllerin birbirine bağlanmasına engel olan nefsin en aşağılık duygularından arınacaktık.

Buyurun ben Bilge kişi!

Bilge kişilerin adresi bellidir ama aramasını bilene, yolunu gözleyene. Bilge kişi dükkânına tabela asmaz. Onun bilgeliği ekmeğinin hamurundadır. Sözün özü ondadır. Hâli, tavrı zamanın ötesindedir. Bilge kişi müşteriyi pazar yerinde bağırır gibi çağırmaz. Onun nasiplisi bellidir. Bilge kişi ben Bilge kişi! buyurun nasıl yardımcı olabilirim diyen bir pazarlamacı değildir. Bilge kişi yukarılarda ihale, koltuk peşinde değildir. Bilge kişi Yaradanı ile irtibatı hiç koparmamış ümit ile koşan kişidir. Bilge kişi sanatını, zanaatını, mesleğini Allah için Halka hizmet düsturu ile yapan ve karşılığı da sadece O’ndan bekleyen kişidir. Amma velakin Bilge kişi aynı zamanda kılıcın en keskini olan doğru sözü de söyleyendir. Doğrudan şaşmayanlar için onun sözü başlara taçtır. Her şeyi yerli yerinde yapan yerli yerinde tutandır. Haklıya da hakkını veren ama haksıza da cezasını devrin kanunları çerçevesinde uygulayan, uygulatan kişidir.

Toplumun şifası

Bir toplumun en büyük cezası bilgelerin yolunu unutmuş olmaktır. Bir millettin en büyük felaketi doğru sözü söyleyenlerle yanlışı söyleyenin aynı kefeye konmasına göz yummasıdır. Böyle bir ortamda bilgeler sessizliğin içinde dua ederler ve ellerinde varsa birkaç taşı yontmaya cevhere dönüştürmeye gayret ederler. Bilgeler kalabalığın içindeki parlayan yıldız gibidirler. Ama görebilme marifetini kaybetmiş bir toplumun en büyük azabı görmeyi kafa gözü ile görmek zannetmeleridir. Göremedikçe gözünü kısıp görmeye çalışmak nasıl baş ağrıtır ve acı çektirirse işte bugün de gönüller bu şekilde acı çekiyor. Bizi ezelde seçen Tanrı’nın bu dünyada O’nu yani hakikati gönülden arzu edenlere iki cihan saadeti verileceği müjdelenmiştir. İşte bilgeler de bize bu yolu gösteren kendini hakikatimizi bulmamıza yardımcı olan ve toplumu da böylelikle derinden onaran ve sürekli yenileyen bir mekanizmanın diri tutulmasına vesile olurlar vesselam.

HAYATIMIZDAKİ İNSANLAR

Bazı insanlar vardır hayatımızda öyle bir harç dökmüşlerdir ki sapasağlam ayakta durmamızı sağlar. O kişinin kim olduğundan çok hayatımızdaki yerini görmemiz, anlamamız önemlidir. Zamanla hayata bakışımızın bu harç üzerine inşa ettiğimizi görürüz. Bu kişileri hayatımızdan çıkarmaya meyil ettiğimizde de bu harçla birlikte tüm yapının moloza dönüştüğünü görebiliriz. Onları hayatımızdan çıkaramayız. Çünkü onlar bizi hiçbir zaman bırakmazlar. Harç bir kere çok sağlam dökülmüştür. Ama olur da yanılır ve biz bu insanlardan kurtulmayı aklımızın bir köşesinden dahi geçirirsek bilelim ki kendimize zarar veririz. O yüzden herkes herkesin kıymetini bilsin. Kimse kimseye sırtını dönmesin. En büyük ihaneti işleyen bile zamanı gelince utancından kaçacak delik arar. Biz dik duralım ve duruşumuzu bozmayalım. Temelimizi atanlara da saygıda kusur etmeyelim.

ÇOCUĞUM İÇİN YAŞAMAK

Ben bu dünyada hiç yaşamadım. Gözyaşım düştü toprağa yeşertti seni. Buğulandı gözlerim kucağıma verdiklerinde. Kaç gün kalmışım burada dedim kendi kendime çözemedim. Meryem gibi Tuğba ağacına yaslanarak acımı dindirdim. Sen kara gözlü ceylansın buralarda. Başka yerlerde gökyüzü renginde bakan şimşeksin. Bazı yerlerde yemyeşil ovalardan almışsın gözlerini. Sana baktıkça içimi cam kırıkları kanatır gibi incecikten bir sızı yakar. Ben anneyim biliyor musun? Hangi endişe benim kadar içten içe sızlatır canları. Her gün ölmek gibi yaşamak senin için çocuğum. Günahlarımı yıkarım yüzündeki billur aydınlıkta. Yeniden doğar yeniden ölürüm. Korkularım var fırtınada bile dindiremediğim. İçimde büyüttüğüm sana bile söylemediğim. Ama senin için yaşayan biriyim; belki yarımım belki eksik ama senden en ufak bir işaret ile şahlanan benim. Ben bir anneyim. Bu çok zor bir yolculuk; çocuklarım için yaşamak.

“… BANA VE ANNE-BABANA ŞÜKRET…”

Anneye ve babaya gösterilmesi gerekli hürmetin en belirgin işaretlerinden biridir Lokmân sûresinin 14. âyeti: “İnsana da, anne babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: ‘Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadır.”

Anne ve babaya duyulan tabii sevgi ve bilhassa hayatın zorlukları görüldükten sonra takdir edilmeye başlayan kıymetleri her evlâd ve ebeveyn arasındaki kopmaz bağdır. Yukarıda zikredilen âyete bakıldığında ise; hemen dikkati çekmeyen ama bir o kadar ehemmiyet taşıyan bir diğer ayrıntı bizi can evimizden yakalar. Bu nokta; Cenâb-ı Hakk’ın ana-babaya şükürle kendisine şükrü aynı ifade içerisinde bir arada ve aynı derecede emir buyurmasıdır. Ve bu buyruk her biri bir ana-baba evlâdı olan bütün insan oğlunu muhatap alır.

Sâlih bir kul olmanın ve ahlâk-ı hamîde ile donanmanın yolu tek olan Allah’a kulluk etmekle ve ana-babaya iyi davranmakla özdeş tutulmuştur. İsrâ sûresinin 23. âyetinde bu husus en açık bir şekilde ifade bulduğu gibi ileri yaşa erişen anne ve babaya nasıl ince ve yumuşak muâmele edilebileceğine dair şu latîf tavsîf de yolumuzu ışıtmaktadır: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf!’ bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.”

Elbette; ana-baba hakkı insanlık tecrübesinin var olduğu ilk aşamadan itibaren her kültür ve inanışta tartışılmaz bir unsur teşkil eder. Pekiyi; ana-babayı böylesine şükür edilesi bir mertebeye eriştiren nedir acaba? Bu soruya şöyle bir cevap vermek belki bu şükrün sebebini açıklayabilir: Anne-babayı değerli ve ihtirama lâyık kılan; evlâdının dünyaya gelmesi, en güzel şekilde yetişmesi, maddî ve mânevî anlamda her nevi terbiyeyi kazanması ve hayata katılması için elinden geldiği ve güç yetirebildiği ölçüde ortaya koyduğu gayret ve gösterdiği âzâmî ihtimamdır. Hiç şüphesiz; ana-babalık tabii olarak meydana gelen ve gelişen bir süreçtir. Ancak her anne-baba dünyaya gelme safhasından itibaren çocuğuna gözü gibi bakar. Onu her türlü tehlikeden korumak ve cânu gönülden feragatta bulunmak ana-babalığın vazgeçilmez şiârıdır. İşte bu insiyâkî tutumlara ilâve olarak verilen tâlim ve terbiye şükre sebep ana-babalık hakkını tesis eder.

“Din, nasîhattır” buyuruyor Resûlullâh Efendimiz (sas). Eğitimin ayrılmaz bir parçası verilen öğütler olduğuna göre; kendisine hikmet verilen peygamberlerden Lokmân aleyhisselâmın oğluna verdiği nasihatlerine kulak tutmak yerince olur kanaatindeyiz. Buyrunuz:

“Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah'a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” (Lokmân Sûresi/13)

“Eğer, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşırlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadır. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.” (Lokmân Sûresi/15)

“Yavrum! Şüphesiz yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında olsa ve bir kayanın içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çıkarır getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (Lokmân Sûresi/16)

“Yavrum! Namazı dosdoğru kıl. İyiliği emret. Kötülükten alıkoy. Başına gelen musibetlere karşı sabırlı ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” (Lokmân Sûresi/17)

“Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” (Lokmân Sûresi/18)

“Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde merkeblerin sesidir!” (Lokmân Sûresi/19)

“Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, ana-babamı ve inananları bağışla.” (İbrâhîm Sûresi/41)

Âmin…

HATIRLA BENİ

İyi bir fikir

Sen ve ben kardeşim bir yalın masalın küçücük kahramanlarıydık o zamanlar. Sanki o küçücük dünyamda senden başka kimsem yoktu benim. O yüzden de yıllar sürdü annen değil ablan olduğumu anlamak.

Ramazan deyince aklıma başka türlü geliyorsun. Bir milyon merdiveni olan, sonu çukur olan bir semtin, çukuruna yakın bir yerinde  oturuyoruz. Bir İstanbul semti burası. Ama nedense yoksul ve fukara bir mahalleyi anımsıyorum. Bir de koku... koku yüküdür hatıranın.

Ne çok soba yakan insan var bu mahallede. Soba bacalarından kurşunî bir duman boyuyor İstanbul semalarını, ortalık yanmış kömür ve menemen kokuyor, göz gözü görmüyor grilikten...

Ama biz görüyoruz.

Demir parmaklıklı bir pencerenin mermerinde, ellerimiz soğuk demire tutunmuş, çalı dibine sakladığımız topu görecek kadar yakın görüşümüz var bizim.

Dedim ya biz o kadarı görebiliyoruz.

Annemi de o zamanlar ne kadar  anlamıyormuşum meğer.

Her şeyi sığdırırdı da eve benim sokakta bulduğum paslı teneke kutusunu ve senin artık topluktan çıkmış, eski püskü futbol topunu sığdıramazdı. Oysa ellerimiz çatlayana kadar soğuk suyun altında ne yıkamıştık onları, tüm umudumuz eli yüzü parlayan oyuncaklarımızın eve girmesi içindi. Biz yıkamaktan usanmadık, annem eve almamakta ettiği inadından usanmadı.

Sen bir ağlama tutturdun sonra, bir ramazan akşam üzeri, nereden duymuşsan top patlayacak diye sanıyorsun ki senin topunu patlatacaklar. Yine eve sokamıyoruz topu, üzülüyorsun, sen üzüldükçe içim kağıt kesiğine dönüyor. Üzülmene dayanamıyorum.

Benim aklıma iyi bir fikir geliyor. Topu çalı dibine saklamak, saklıyoruz. Ama ne saklama öyle bir saklıyoruz topu biz bile göremiyoruz.

İçimiz rahat, galibiyet kazanmış bir komutanın sevinci var yüzümüzde.

Sonra evdeyiz, sonra cam kenarında. Top patlayana kadar sessiz sakin bekliyoruz mermerin üstünde, camla parmaklık arasında...

Top patlıyor, duyuyoruz. Öyle uzak öyle gür geliyor sesi. Senin içinde bir şey patlıyor. Gözlerini bir duaya yumar gibi yumuyorsun. Ağlayacaksın sanıyorum.

 “Bak kardeşim” diyorum “top sesi uzaktan geldi, üstelik bizim topu da kimse çıkarmadı olduğu yerden”. Sen rahatlıyorsun, güveniyorsun bana,  gözünü açıyorsun. Yüzündeki endişe bir anda uçup gidiyor.

 Her şey buraya kadar naif, buraya kadar latif. O kara leke sen topu almak için gittiğinde akıyor bizim masala. Patlayan top başkasının değilmiş, seninmiş... buna inanamıyorum. Buna sadece duyunca inanamıyorum, görünce inanmaktan başka çarem kalmıyor.

İftara bizim topumuzu kurban etmişler, ağlıyorsun...tüm servetini kaybetmiş bir padişah gibi ağlıyorsun.

Kıyamıyorsun sen de bana,

Yine suçlu annem oluyor, neden almıyor ki topu eve...

Sen yine de yalın bir masalın kahramanlarından biri olarak hatırla beni sevgili okur, bir umuda tutunmuş fukara mahallelerin hangi toptan bahsedildiğini anlamayacak kadar cahil çocuklarından biri olarak hatırla beni, kardeşine iyilik yapmak adına, çalı topu kesene kadar iten bir abla gibi hatırla, ellerinde kalan demirin soğuğunu unutmamış, yüreğini kapının önünde içeriye alınmayı bekleyen paslı tenekeye dönüştürmüş biri olarak hatırla beni.

Yüzüne bir tebessüm ilişik et her hatırladığında, bil ki Ramazan fukara semtlerin çocuklarının topunu patlatmak için değildir.

..............................

HACİVAT VE KARAGÖZ REPLİKLERİ

..............................

Selamlaşmak dualaşmak demektir

Hacivat’la Karagöz ikindi namazı çıkışı buluşmak ve iftara kadar sohbet etmek için birbirlerine söz vermişlerdir. Hacivat söylenen yere vaktinden önce gelmiş, parkta beklerken, Karagöz hemen karşısında peyda olmuştur. Karagöz Hacivat’a alışılmadık bir ağız ve edayla selam verir:

- Selam Hacıcavcav... Selamlar!..

Hacivat hiç alışık olmadığı tarzdaki bu selamı doğrulatmak ister. Karagöz’e kızmıştır ve kızgınlığını gizleyerek gayet yumuşak bir sesle karşılık vermeye çalışır.

- Karagöz’üm, karagözlüm oldu mu şimdi bu! Zatıalinize kaç kerre ikaz etmişimdir. Verdiğin selam eksik kalmıştır, havada asılı durmaktadır.

Karagöz dalgasını geçer. Bir zamanlar kendisi itfaiyede tulumbacılık yapmıştır. Yaaangııııın vaaar diye nara atmışlığı da vardır. Hemen Haciavat’a karşılık verir.

- Hacıcavcav ondan kolay ne var, asılı kaldıysa indirelim. İtfaiye çağıralım, merdiven dayayalım, aşağıya indirelim.

Hacivat:

- Karagöz biraderim verdiğin selam olmamıştır, yerini bulmamıştır demek istedim, anlasana biraz!..

Karagöz:

- O zaman selamı olduralım. Madem öyle yerini bulduralım.

Hacivat selamı bir güzel anlatır. Selam verir ve selam alır. Selamı Karagöz’e tekrar ettirir. Selamla ilgili bir iki malumat da verir.

- Selamün Aleyküm.

- Aleykümesselam.

Hacivat selamın bir dua olduğunu, asla dalga geçilmeyeceğini, bir Müslümana yakışmayacağını da ekleyerek söyler. Hacivat:

- Verahmetullahi ve berekatühü ve ala ibadillahissalihin. Selamın devamı olan ibareyi de hacivat selama ekler.

Karagöz heyecanla:

- Bu nedir pekala şimdi!?

Hacivat izah eder eder.

- Sen bunu da biliyorsun. Selam dua demektir ve bu da onun devamıdır. Hem böylece ağzın da alışır. Selamın tamamı mana olarak çok mühimdir. Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Ve dahi salih amel işleyenlerin üzerine de olsun demektir.

Karagöz selamın ne denli mühim olduğunu, selam verirken selamı alanla hemhal olduğunu öğrenmiş olur. Selamlaşmak aslında karşılıklı maddi manevi yardımlaşmak, kaynaşmak, muhabbet kurmak demek olduğunu idrak eder.

Karagöz:

- Hacivatım selam bütün milletlerde önemli olsa gerek!

Hacivat:

- Elbette Karagöz’üm elbette!.. Mesela uzakdoğu ülkelerinden birinde sabahleyin selamlaşmak dikkatimi celbetmiştir. Sabah işe koşturan insanlar birbirlerine yaklaşıp sabah çorbanı içtin mi diye sorarlar. Bu bir selam verme şeklidir onların nazarında. Eğer o kişi sabah çorbasını içmeden yola koyulmuş ise, onu hemen çorbacıya götürür, ondan sonra da işine gider.

Karagöz:

- Bir yaşıma daha girdim Hacıcavcavım sayenizde.

Hacivat müsterih olur ve günlük sohbeti tamamlar. Allah’ın selamını ikisi birden birbirlerine tekrarlayarak verip alırlar:

- Selamün aleyküm!... Aleykümesselam... Selamün aleyküm!... Aleykümesselam...