ATATÜRK'E KARŞI NATO'CU VESAYET REJİMİ

Prof. Dr. D. Murat DEMİRÖZ
Tüm Yazıları
Lozan bir mağlubiyet değildir. Bir zafer de değildir. Zafer harp meydanında kazanılmıştır zaten.

Pazartesi günkü yazımda, Türkiye’deki geleneksel İslamcıların çoğunlukla tarikat ve/veya cemaatler bünyesinde örgütlendiklerini ve bu tarikat ve/veya cemaatlerin tamamen “duygusal” sebeplerle Atatürk’e düşman olduklarını söylemiştim. Ancak geniş kitlelerin bu mihrakların Cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya attıkları sloganlar etrafında örgütlendiğini de belirtmiştim. Ayrıca, Cumhuriyet’in başından itibaren Atatürk’le ve düşünceleriyle hiç alakası bulunmayan, hatta Atatürk’ün ideallerinin tam tersi ideallere sahip olan, benim “beyazlatılmış Türkler” tabir ettiğim bir elit zümrenin bu geniş mütedeyyin ve çoğunlukla taşralı zümrelere uyguladığı ayrımcılık, küçümseme ve dışlama içeren tavrının da, bugün, bu zümrelerin Atatürk karşıtlığında çok büyük payının olduğunu düşünmekteyim. Bugün çok tartışılan NATO üyeliğimiz bunda anahtar rol oynamıştır. 

Ailem vasıtasıyla, Büyük Doğu geleneğini yakından tanıma fırsatı buldum. Kamuoyunda Yedi Güzel Adam olarak bilinen aydınlar benim amcalarım oldu. O yüzden bu görüşlerimi yazarken benim bir “beyazlatılmış Türk” olmadığımı bilmenizi isterim. Burada cevaplayacağım sloganların bazıları tamamen gerçekleri yansıtmakta, bazıları da gerçekliğin bir kısmını abartarak vermektedir. Göreceğiz ki bu sloganların betimlediği inkılapların İslam’a aykırı bir tarafı yoktur, ancak bazı inkılaplar Türklerin milli değerlerine aykırıdır. Bu bağlamda eleştirinin dini değil, milli bir niteliği olması gerekir. Neydi geleneksel İslamcı kesimlerin etrafında birleştiği sloganlar: “Lozan bir mağlubiyettir!”, “Hilâfet İngiliz’e yaranmak için kaldırıldı!”,  “Ayasofya’yı müze yaptı!”, “Ezanı Türkçe okuttu.”, “Kur’an öğrenimini yasaklattı”, “Latin alfabesine geçti”, “Tesettürü yasakladı” ve benzeri. 

Lozan bir mağlubiyet değildir. Bir zafer de değildir. Zafer harp meydanında kazanılmıştır zaten. Türkiye’nin o günkü askeri, iktisadi ve jeo-politik gücünün sınırlarının elverdiği ölçüde olabilecek en iyi anlaşma imzalanmıştır. Ancak, Lozan Anlaşması’nı eleştirenlerin Sevr Anlaşması’na taraftar olmaları, “Keşke Yunan kazansaydı!” gibi ihanet sözleri ifşa etmeleri, Mehmet Akif Ersoy’a ağza alınmayacak laflarla hakaret etmeleri dikkate alınırsa, bu zevatın Sevr Anlaşması uygulanmadığı için mahzun oldukları anlaşılır. Bu anlamda haklıdırlar, Lozan hainler için bir mağlubiyet olmuştur.

Hilafet İngiliz’in isteğiyle değil İngiliz’e rağmen kaldırıldı. Hilâfet Ordusu’nu Mustafa Kemal mi kurdu? Kuvvacıları kâfir ilan eden fetva ve fermanları İngiliz Kraliçesi mi imzaladı? Eğer hilâfet devam etseydi, İngilizlerin kendi sömürgelerinde yaşayan Müslümanların bağımsızlık isteklerini frenleyecek bir araç olarak kullanılırdı. Yok, eğer “İslam’ın birliği için Halifelik şarttır.”, diyorsanız, o takdirde Hılâfetin İslam’daki yerini tartışmak gerekir. Hılâfet dini bir liderlik değildir. İslâm’da (Şia haricinde) bir ruhban sınıfı yoktur. Son dini lider Hz. Peygamber’dir. Ancak, Peygamber Efendimizin iki hırkası bulunmaktaydı: peygamberlik ve seçimle gelmiş devlet başkanlığı. Hılâfet Peygamber Efendimizin devlet başkanlığının ardıllarını temsil eder. O dönem tek İslam devleti vardı, tek de halife olacaktı. Şimdi onlarca Müslüman Devlet bulunmaktadır, her birinin devlet başkanı da, o devletin sınırları içinde halife sayılır. Ayrıca, dört halifeden sonra gelen saltanat rejimlerini ne derece Hılâfetin ruhuna yakıştırırsınız, o da ayrı mesele…

Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapması dinen sakıncalı değildir, o günkü dış siyasete bağlı olarak alınmış siyasi bir karardır. Ancak, Fatih’in vasiyetine ve bu topraklara vurulmuş Türk mührüne uymayan yanlış bir karardır. Ancak onlarca camiyi, türbeyi yol yapmak için yıkan başta Menderes olmak üzere sağ iktidarlara edilmeyen laflar varken Atatürk’ün yanlış bir icraatından dolayı “kafir” ilan edilmesi Ehl-i Sünnet akaidine aykırıdır, aymazlıktır ve cehalettir. 

Ezan farz mıdır, sünnet midir? Ne farzdır, ne de sünnettir. Çünkü Hz. Bilal-i Habeşi’nin irticalen yaptığı bir uygulamanın devamıdır. Bugün bir gelenek haline gelmiştir. Dinen farz-ayn olan namazdır ve namazın şartlarından biri de vaktin girmesidir, ezan okunması değil. Ezan okunmayan dağ başlarında, Müslüman olmayan ülkelerde namazın farziyeti ortadan kalkıyor mu? Hayır, çünkü namazın şartı vaktin girmesidir, ezan okunması değil. Ancak, ezanın Türkçe okunması Türk milli kimliğine yapılmış bir saldırıdır. Çünkü Türk milleti için orijinal haliyle ezan, vatan toprağı ve bayrak gibi savunulması gereken bir milli namus timsalidir. Türkler ezanın orijinal hali için savaşmış ve ölmüştür. Atatürk’ün yaptığı bu icraat da yanlıştır. Milli değerlere zarar vermiştir. Ancak, bugün beş vakit namaza yanaşmayan bir dolu insanın “Atatürk ezanı Türkçe okuttu, din elden gitti” şeklinde mugalataları ciddiye alınamaz, arkasında da devlet ve millet düşmanlığına kadar gidebilecek gafletler aranmalıdır.

Atatürk vatandaş anlasın diye Kur’an’ın meal ve tefsirini yazdırdı. Cumhuriyet öncesinde, Arapça bilenler dışında Kur’an ayetlerinin ve Peygamber Efendimizin hadislerinin anlamı, bize ne emrettikleri ve neyi yasakladıklarını atalarımız bilmezdi. Bir sorun olduğunda, hoca efendi ne derse onu kabul ederlerdi. Bugün herkes Allah’ın ve Peygamberimiz’in bize olan mesajına rahatlıkla ulaşabilir. Atatürk tarikatlara ait medrese ve tekkeleri kapattı, dolayısıyla Kur’an eğitimi de akamete uğradı. Ancak, o dönemki hükümetin yapması gereken isteyen her vatandaşa Diyanetin liderliğinde devlet eliyle “Arapça Kur’an okuma” öğretimi hizmetini sunmaktı. Bunu yapmaması da Atatürk’ün hatalarından biriydi. O yüzden ortalık kerameti kendinden menkul zevata kaldı, vatandaş merdiven altı din eğitimine yönlendirildi. 

Latin alfabesi meselesini kısa geçeyim. Hem eski hem yeni Türkçe hem de Kril alfabesi okuyan birisi olarak Türkçeye en uygun alfabenin bugünkü alfabemiz olduğunu söyleyebilirim. Eski yazı kaldırılmasaydı ne olurdu? Çok bir şey değişmezdi. İngiliz’e ve Batı’ya uşaklık Arap alfabesiyle engellenseydi bugünkü Ortadoğu olmazdı. Bakınız, en büyük emperyalist işbirlikçisi Suudi Arabistan’a. Atatürk tesettürü de yasaklamadı, o insanların kılık kıyafet tercihini kendilerine bıraktı, ama kadınların kıyafetlerine geleneksel baskıları da ortadan kaldırdı. Tesettür, NATO’cu darbe 27 Mayıs’tan sonra resmen yasaklandı. 

Geldik NATO’ya… Ondan önce bir gerçeği paylaşalım. İstiklal Harbi en yoksul kesimlerin, Anadolu eşrafının, vatanperver din adamlarının ve bir avuç ittihatçı zabitin ittifakıyla kazanıldı. Cumhuriyet kurulduğunda, hastanelerde çalışacak doktora, vergi toplayacak, bütçe yapacak muhasebecilere, memleketin her tarafında idari görevlerde çalışacak memurlara, hakimlere, noterlere, diplomatlara ihtiyaç vardı. Bunlar da, çoğunlukla İstiklal Harbi’ne katılmamış İzmir ve İstanbul’da oturan eğitilmiş (beyazlatılmış mı diyelim?) kadrolardı. İsmet Paşa’nın sözünü hatırlayın: “İstanbul treninden inen ne kadar kravatlı adam varsa ya dahiliyeye (İçişlerine) ya da hariciyeye (Dışişlerine) aldık!” Araştırılsın, görülecektir ki, o dönem de devlet kurumlarına ve tek parti CHP kadrolarına yerleşen bu adamlar çoğunlukla İngiliz ve Yunan işgal hükümetlerine çalışmışlardı. Atatürk’ün trajedisi ve yalnızlığı buradaydı: Eğitilmiş, lisan bilen ama milli mücadeleye karşı çıkmış aydınları bürokrasiye almak zorundaydı, çünkü elde başka kadro yoktu. Bu güruh, yaşam tarzı itibarıyla batıcı ve işbirlikçi insanlardan oluşuyordu. 

Zaman içinde, tek parti iktidarı Batıcı yaşam tarzını ceberrut bir şekilde teşvik eden, para ve makamları aralarında paylaşan, hep belli ailelere mensup bu elitlerin egemenliğine geçti. CHP’nin kadrolarından ayrılan DP ve Menderes bu eğilimi hızlandırarak sürdürdü. Türkiye’nin NATO’ya girmesi onun dönemindedir. Şimdi soruyorum: Atatürkçülük deyince rakı içmeyi, batı tarzı giyinmeyi, Dine ve Türklüğe dair her şeyi küçümsemeyi anlayan, dış politikada ABD ve Batı Emperyalizmi’nin kuyruğu olmayı kabul eden, Türk ordusunu lağv edip NATO Ordusu’na dönüştüren, başı sıkışınca “Ordu göreve!” diye darbe çığırtkanlığı yapan, küreselleşmeci ve “sosyal demokrat” olduğunu iddia eden bu güruh mu Atatürkçü? Atatürk ordunun siyasete karışmasına karşıydı, anti emperyalistti, “Köylü milletin efendisidir” derdi ve her şeyden önce Türk milliyetçisiydi. İşte bu güruh ve onların siyasi hakimiyeti hem İslamcılar hem de Batıcılar tarafından Atatürkçülük olarak anlatıldı. Bugün, Atatürk’e karşı mesafeli olan geleneksel İslamcıların şikayetleri, aslında, batıcı ve NATO’cuların icraatları sebebiyledir. Atatürk’ün bunlardan ayırmalıyız.