Karadeniz'de olanların farkında mısınız? Daha doğrusu olacakların.

Karadeniz’de olanların farkında mısınız? Daha doğrusu olacakların. Rusya, Kırım krizinden beri Amerika’nın ve Avrupa Birliği’nin ambargosu altında. Rusya’nın pek de etkilendiği söylenemez. Ama ambargo var mı, var.

Amerika’nın ulusal güvenlik danışmanı bile telefonda Rus yetkiliye, “Ambargoların kaldırılması konuluşabilir” dediği için koltuğundan oldu. O derece yani. Amerikan Adalet Bakanlığı, yönetimi “Ruslar bu konuşma yüzünden şantaj yapabilirler” diyerek uyardı. Zaman zaman Putin’i öven Trump bile araya giremedi. 1945’den beri Sovyetler-Rusya’ya karşı kendini konuşlandırmış bulunan Amerikan Cumhuriyetçilerinin özellikle bu konuda, Başkan bile olsa Trump’ı takacağı yok.

Belli ki dünya yavaş yavaş soğuk savaş dönemine giriyor. Trump’un ticari olarak Amerika’yı içe kapama çabalarının sonucunda bunların gelmesi beklenebilir bir gelişme. “NATO için askeri harcamalarınızı artırın” çağrıları falan anlaşılan hep bundan. Bir şeylere hazırlanıyorlar. Ve bu bizim için hiç de hayra alamet değil. Çünkü ne biz soğuk savaş günlerindeki Türkiye’yiz, ne Amerika, aynı Amerika.

Amerika, dolayısıyla da NATO Rusya’nın civarındaki ülkelere asker konuşlandırıyor. 300-500 sayısı önemli değil. “Bunun anlamı, buralara müdahale edersen benim askerim var. Birinin kılına zarar gelirse benimle kapışırsın haa” demek. Herkes bunun farkında. Tıpkı, PKK-PYD kontrolündeki Suriye topraklarında yapıldığı gibi. Suriye’de evlerin üzerine bir de bayrak dikiyorlar. Yani egemenlik alameti.

Şimdi bir de Karadeniz krizi kapımıza geldi. Rusya doğal olarak Karadeniz’de güçlü bir donanmaya sahip.

Şimdi Amerika’da, (Ve dolayısıyla müttefikleri) Karadeniz’e donanma yollamaya hazırlanıyormuş. Bu başımıza yeni bela demek.

Ne güzel şurada yuvarlanıp gidiyorduk. Rusya ile ilişkilerimiz düzelmiş, Amerika ile yeni bir perde açmak üzereydik.

Karadeniz’de ne olursa olsun diyemeyiz. Tüm kuzey sınırımız bu deniz. Ayrıca bu kadar çok savaş gemisinin karşı karşıya olduğu neredeyse bir göl olan Karadeniz’de yaşanacak en ufak sıkıntı bize misliyle yansır. Tabii bir de Montrö’nün hükümleri var.

Hani şu kimilerinin unuttuğu, ancak işine geldiğinde hatırladığı hükümler. Bunlar bağlayıcı. Ve aşağıda size vereceğim bir madde çok önemli.

SAVAŞ GEMİLERİNE 21 GÜN SÜRE

Montrö sözleşmesi, 20 Temmuz 1936'da Bulgaristan, Fransa, Büyük Britanya, Avustralya, Yunanistan, Japonya, Romanya, Sovyetler Birliği, Yugoslavya ve Türkiye tarafından imzalandı. En temel değişiklik boğazların egemenliğinin tümüyle Türkiye’ye geçmesi olmuştu. Ama anlaşma bununla da sınırlı kalmıyordu:

Anlaşmaya göre barış zamanları, savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla bir ön bildirimde bulunulması gerekiyordu. Bu ön bildirimin olağan süresi sekiz gündü. Ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan devletler için bu süre on beş gündü. (Yani Amerika)

Boğazlardan geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15.000 tonu aşmayacaktı.

Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç devlet, bu denize, insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, bu kuvvetin toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşamazdı.

Karadeniz'de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri bu denizde YİRMİ BİR günden çok kalamayacaklardır.

Yani anlayacağınız, herhangi bir Amerikan gemisi Karadeniz’e çıktığında anca 21 gün kalabilecek. Bu da, her 21 günde bir İstanbul Boğazı’ndan geçip Marmara’ya girmeleri ve geri dönmeleri anlamına gelecek. Bilmiyorum, bu kural fiiliyatta ne kadar uygulanıyor? Ama böyle kritik günlerde özellikle Ruslar tarafından dikkat edileceği kesin.

BÜYÜKELÇİ GİBİ DEĞİL

Herhalde sırf esprili ve sempatik olduğu için bu göreve getirilmedi. Mutlaka bir sürü meziyeti vardır.

Büyük Britanya’nın Ankara Büyükelçisi Richard Moore’dan bahsediyorum. Moore, hiç de alışık olmadığımız türde bir temsilci. Temelinde kendi ülkesinin çıkarlarını koruması doğal. İşinin bir bölümü de iki ülke arasındaki ilişkilerin sağlam ve güvenilir bir yapıya kavuşması.

Ama bunu yaparken öylesine davranıyor ki hem şaşırtıyor, hem de gülümsetiyor. Moore, Twitter’ı çok etkin olarak kullanıyor. Türkçesi de çok iyi. Belli ki tweetleri kendi atıyor. Çünkü bazıları bir danışmana bırakılamayacak kadar ironi içeriyor. Neredeyse herkese cevap veriyor. Verdiği cevaplarda hiç bir sertlik yok. Müthiş bir halkla ilişkiler çalışması. On binlerce dolar ödeyip bir şirket ile anlaşsalar bunun yarısını beceremezler.

İngilizler, özellikle bu topraklardaki komplo teorilerinin yarısında baş kahramanlardır. (Muhtemelen dünyanın kalanında da aynı oranda) Ama Moore zaman zaman bununla da dalga geçiyor. Mesela, “İngiliz derin devletinin sonu” geldi diyen bir kişiye, “Ne zaman sona gelecek? Belirli bir tarih var mı? Sonu seyretmek istiyorum.” Veya “Fish and chips, curry, burgers vs. fark etmez. Derin devlette kilolarımızı vermek zorundayız” diyebiliyor.

“Şeytan insanlık için neyse, dünya için de İngiltere odur” diyen bir başkasına, “Bizi terfi ettirdiniz. Teşekkür ederim. İran’da sadece küçük şeytanız” yanıtını veriyor.

Moore, genellikle ifadesiz yüz hatlarına sahip olan yabancı diplomatlara alışık olan bizler için gerçekten değişik bir tecrübe.