Suriyeli mültecilerin tek bir hedefi var, Almanya'ya ulaşmak.
Belli ki bu iş olmayacak. “Hangi iş?” derseniz: Avrupa Birliği’nin Türk vatandaşlarına “vizesiz Avrupa” sözü gerçekleşmeyecek yani. Nedenleri, niçinleri uzun uzun anlatılır ve muhtemelende az okunan bir yazı olur.
Türkiye 3 milyon mülteciyi bir şekilde dizginliyor. En hafifinden yılbaşından sonra bu kontroller azaltılır. Ocak, şubat ve martta bunun etkisi görülmez. Ama baharla birlikte Ege suları yatışmaya başladığında, seyreyleyin gümbürtüyü. İşte o zaman ortalık toz duman olur. Yüzbinlerce mülteci Yunan adalarına doğru harekete geçtiğinde, değil Avrupa Birliği, NATO bile engel olamaz. Adeta tarihteki kavimler göçünün tekrarı. Bu bir tehdit değil. Maalesef yaşanacak şeyleri önceden görmek. Dayanağım da çok basit. Çünkü daha önce öyle oldu.
Suriyeli mültecilerin tek bir hedefi var, Almanya’ya ulaşmak. Yol üstündeki ülkeler o yüzden hiçbir şey yapmayıp tsunaminin Almanya kıyılarına vurmasını sağlayacak. Yani kabak Almanya’nın başına patlayacak.
Pekiyi, neden tüm mülteciler Almanya’ya ulaşmaya çalışıyor? Çünkü Alman yasaları sığınmacılara ve savaştan kaçanlara karşı son derece koruyucu. İşte bu nedenle Almanlar, şimdiye kadar uyguladıkları yasaları esnetmeye çalışıyor. Bu da ciddi davalara neden oluyor.
Aslında işin buralara gelmesinin ardında Federal Göç ve Mülteciler Dairesi (BAMF) adlı kurumun tavırları var. Bu kurum, Suriyeli mültecilere "geçici koruma” adı verilen hukukî statüyü uygun görmüş. Birçok mülteci de yerel insan hakları gruplarının desteğiyle bu karara karşı mahkemelere gitmiş. Davaları kaybeden kurum, işi yüksek mahkemelere taşımış.
Karşı taraf ise, Cenevre Mülteciler Sözleşmesi uyarınca, savaş mağduru mültecilere önce üç yıllık geçici bir oturma izni verilmesini, ilgili ülkedeki savaş koşullarında bir iyileşme olmaması durumundaysa bu statünün “sürekli oturma iznine” dönüştürülmesini savunuyor. Aynı sözleşme “aile birleşimi” ile mültecilerin, ülkelerindeki eş ve reşit olmayan çocuklarını da yanlarına alabilmesine imkân tanınıyor.
Federal Göç ve Mülteciler Dairesi’nin verdiği “geçici koruma” statüsü ise oturum iznini bir yılla sınırlıyor. Yapılacak değerlendirmeyle bu süreye iki yıl daha eklenebiliyor. Ancak bu uzatma otomatik olarak gerçekleşmeyip, mültecilerin ayrıca başvuru yapması gerekiyor. Geçici koruma statüsünün devam ettiği süre zarfında ise aile birleşimine izin verilmiyor.
İşte kavga da tam bu yüzden çıkıyor. Anlayacağınız Almanya, Cenevre Sözleşmesini uygulamayacağını açıkça belirtiyor. Kavga mahkemelerde çözülecek.
DW’nin belirttiğine göre ise Federal Alman Anayasası, sadece ülkelerinde siyasi baskılara maruz kalanlara sığınma hakkı tanıyor. İç savaş veya afet durumlarda ülkelerini topluca terkedenler içinse bu hak öngörülmüyor.
Aslında Almanya’nın şimdi uygulamak istemediği sistem, Suriye göç dalgasına kadar gayet başarılı bir biçimde uygulanıyormuş. Ancak göç dalgası kuvvetlenince hemen değiştirivermişler.
Ama, diyelim ki Suriyelilerin oturma iznini uzatmadılar. O kadar insanı ne yapacakları konusunda hiç bir açıklama yok. İnsanları trenlere toplayıp, Suriye’ye geri götüremeyeceklerine göre...
Avrupa Birliği hindi gibi
Avrupa Parlementosu. Adının afilli olmasına bakmayın. Aslında öyle pek de bir işlevi yok. Bir sürü yeni bürokrat yaratmaktan başka. Kararlarının bağlayıcı bir niteliği yok. Yani bağlayıcı kararları yine üye ülkeler veriyor. Ama semlobolik anlamı var. Bir tür baskı aracı yani. “Kime baskı?” diyorsanız, hem Avrupa Birliği ülkelerine hem de oylamanın hedefinde kim varsa ona.
Bugün Avrupa Parlementosu’nda bir oylama var. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki görüşmelerin durdurulmasını oylayacaklar. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan “Karar ne şekilde çıkarsa çıksın, bizim için kıymeti yoktur” deyince, zaten çıkacak kararın bizim üzerimizdeki baskı unsuru olabilmesinin imkanı kalmadı. Geriye parlementonun kullanabileceği tek bir silah kaldı, üye ülkelere ‘sıkıntı’ yaratmak. Onlar da böyle bir kararı iplemeyecekler gibi. Çünkü hepsinin derdi ayrı.
Şimdi gelelim Avrupa Parlementosu’nun “durduralım” dediği görüşmelere. Bu adı geçen görüşmeler aslında zaten yok. Her bir fasıl kanırta kanırta açılıp, sonra hiç biri tamamlanmayınca, Türkiye açısından “Aşık fazla nazdan usandı” durumu oluştu.
Avrupa Birliği kağıt üzerinde gerçekten bir ‘uygarlık projesi’. İyi uygulanabilirse tabii. Üye ülkelerin kaprisleri, yerel politikacıların hırsları ile birleşince ortaya karman çorman bir kaos tablosu çıkıyor. Tamam bizi istemiyorlar. Eyvallah. Bari bunu açıklayın. Ama bunu söylemiyorlar. İstiyormuş gibi davranıyorlar.Çünkü mal satmak istiyorlar. Çünkü elleri ateşe deymesin diye maşa olarak kullanmak istiyorlar. Ara formüller üretmeye, azıyla yetinmemizi sağlamaya çalışıyorlar.
Hemen hiç bir alanda inisiyatif alamıyorlar. Göç politikasından, ekonomik gelişmelere kadar herşeye bir kararsızlık hali hakim. Güvenlik, yani askeri açıdan da yok gibiler. Alışmışlar Amerika’nın etekleri altına girmeye. Güney sınırları da zaten Türkiye tarafından korunuyor. Gel keyfim gel. Mevcut durumuyla Avrupa Birliği tüylerini kabartmış bir hindiden başka birşey değil. Sadece kendini büyük göstermek için tüylerini kabartıyor ve garip sesler çıkartarak çevresini tehdit ettiğini zannediyor. Bu sayede de gerçek sorunlarla yüzleşmeyeceğini zannediyor.
Kendi içinden çıkan ırkçılık ile nasıl baş edeceğini bile bilmiyor. Şimdilik Avrupalı olmayanlara yönelik olan bu hareketler çok kısa zamanda kendi içlerini de vuracak. Eğer ırkçılık engellenemezse ister istemez ülkeler ve dolayısıyla da Avrupa Birliği içine kapanacak. İşte o zaman Avrupa ülkeleri arasındaki eski defterler açılırsa seyreyleyin gümbürtüyü.