Tercüman gibi zamanının tek muhafazakâr/ sağ gazetesinden yıllar evveline ait bir haber toplantısını anlatmıştım.
Tercüman gibi zamanının tek muhafazakâr/ sağ gazetesinden yıllar evveline ait bir haber toplantısını anlatmıştım. Hani teravihin ne zaman başlayıp biteceğini tartışıyorlardı da, Güneri Civaoğlu dayanamayıp, “Arkadaşlar, tartışıyorsunuz da, teravih nedir?” diye soruyordu.
En azından garabet içeride kalıyor, dışarı pek fazla sızmıyordu.
“Bu yıl da Hac Kurban Bayramı’na denk geldi!” acullüğü ise zaten bu hatalara meyyal bir yapıdan sadır olmuştu ve yıllarca makara yaptık.
Sonra medyanın sağı/ solu kalmadı. Yandaş- candaş ayrımı vardı. Havuz filan…
FETÖ ile beraber medyanın içine kuvvetli bir mikser daldı ve her şey köpürdü.
O kim? Bu hangi gazetede? Hangi gazete hangi çizgide? Karmakarışık.
Cumhuriyet bir yandan FETÖ’nün düdüğünü öttürürken, bir yandan eski solcuların gri/ devletçi/ milletten ve dinden uzak yazarlarının marifetlerinin de yer aldığı bir mevkute mesela…
Ceride? Mevkute? İmla… Türkçe…
Allah rahmet eylesin. O fasıl bizim nesil ölmeden öldü!
Haber yazarken doğru Türkçe ve doğru bilgi endişesi çoktan şiar olmaktan çıkmış. “Şiar ne lan?”
Gaza geliyor arkadaş -kınamıyorum/ başıma gelir- hac haberinin spotuna “her dilden, her dinden…” diye patlatıyor hızını alamayıp…
Her dinden mi?
Olur böyle şeyler…
Ve olacaktır da… Hem de daha beterleri…
Çünkü, ne alaylı kadroların gün görmüşlüğü ve tecrübesi kaldı; ne de basın- yayın mezunlarının “habercilik” aşkı!
“İmzam çıksın, ekrandan burnumu göstereyim” kara sevdası, “çevre yapma”, “yükseklere ulaşma” ve bu ilişkilerin sonucu olarak köşeyi dönme şehvetiyle nikahlanmış bulunuyor.
Şimdi ne kadar banal değil mi Cağaloğlu yokuşundan ve çay- simit zenginliğinden bahsetmek…
Gazete patronu ile holding patronu arasında fark yok; gazeteci değiller… (Yeni Birlik hariç!)
Şöyle bir girip- çıkanlar var… Medyada neler oluyor merakıyla herhalde.
En çok satan gazete 300 bin satıyor.
Türkiye’nin nüfusu ikiye üçe katlanırken, toplam tirajlar düşüyor.
“İnternet çıktı, böyle oldu!” kolaycılığa kaçmak…
Yazamayan muhabirler, konuşamayan spikerler, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmalar, kalemi/ klavyeyi bırak satmayı daha kârlı diye devremülk usulü pazarlayanlar…
Almanya’ya kaçanlar…
Siyasetle kucak kucağa olmayı, gazeteci- milletvekili veya milletvekili- gazeteci unvanlarına taşıyanlar…
Hey gidi…
“Gazeteci-Yazar” titr olarak titreten bir ağırlığa sahipti.
Keza “muhabirlik” bugünün köşe yazarlarından daha fazla bilgi ve üslup sahibi olmayı gerektirirdi.
Peki, tamam…
Hadi diyelim ki teknoloji karşı konulamaz bir değişim ve devrime sebep oldu ama mesleğin ahlakının kaldırıma düşmesinin sebebi için ne diyeceğiz?
Haber, olivetti daktilo ile çata/çuta yazarken de haber…
Geniş ekran telefonun klavyesindeki tuşları okşarken de…
Misal, “haber değeri” bir kavram olarak bütün gazetecilerin başında sallanan keskin bir kıstastı.
O değer yoksa, haberin yazılı olduğu kâğıdın bir üst makam tarafından buruşturulup plastik çöp kutusuna hiçbir açıklama yapılmaksızın “basket” olarak kaydedilmesi sıradan bir azarlama tekniği idi…
Şimdi yekpare bir değersizlikten şikâyet mecburiyetindeyiz.
Eğer “mesleğimizi” geri kazanacaksak!
Yok bunu yapamayacağız.
Çünkü “kazanmak”, “mesleği geri kazanmaktan” önce geliyor.
Ve Türkiye’yi…
Ve ceplerimizi imar etmekten, insan inşa ve imarına sıra gelmiyor.
“Geleneksel Sanatlar” müzesinde “gazetecilik” için de yar ayırmalıyız geç olmadan.