Ümit G. CEYLAN
Divan Edebiyatı Vakfı Mütevellî Heyeti Başkanı Dr. Sait Başer ile röportajımızı, Rüstem Paşa’nın 1547 tarihinde “Sibyan Mektebi” olarak yaptırdığı ve bugüne kadar ayakta kalabilen vakıf merkezinde yaptık. Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümü emekli öğretim üyelerinden Sait Başer, uzun süre Kubbealtı Vakfı’nın neşriyat müdürlüğünü de yürütmüştü.
Türk kültür ve inanç tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Dr. Sait Başer, özellikle iki kavram üzerinde ısrarla durmaktadır. Bunlardan ilki “yeniden anlama”, diğeri “Türk Müslümanlığı”dır. Röportajımızı, günümüzde hepimizin sancısını çektiğimiz, birbirimizi anlayamamanın nedenleri üzerine kurguladık. Aslında Sait Başer ile saatlerce hatta günlerce konuşulacak çok önemli meseleler var. Sizlerle ancak gazete sayfasına sığabilecek kadarını paylaşabiliyoruz.
“Türk Müslümanlığının temel özelliği, yeniden anlama ilkesine dayanmasıdır” diyorsunuz bir konuşmanızda. “Yeniden anlamak” ve “Türk Müslümanlığı” kavramlarını bize açar mısınız?
“Türk Müslümanlığı’nın karakteri yeniden anlamaya dayanıyor” derken; bu sadece belli bir inancın, belli bir ekolün tarzıdır gibi bir anlam çıkmaması icap eder. Çünkü varlığa daha dikkatli bir yoğunlaşmayla bakarsanız, hayatın kendini tekrar etmemesine paralel olarak, anlamanın da kendini tekrar etmemesi icap ediyor. Kendini tekrar eden anlama, varoluş yürüyüşünün gerisinde kalır. Bu bir vakıa! Bu dinden de, felsefelerden de, şu topluma göre, bu topluma göre bakmaktan da tamamen bağımsız bir konu. Şimdi bu gerçeği örtecek her türlü din etiketli söylem, bizi gerçeğin dışına savurur.
Nitekim bizde bu hal, maalesef çökertici bir toplumsal hastalık olarak devam ediyor. Konuşulan meselelerin başlıklarına bakın: Selefîlik, Vahabîlik, “Belli bir dönemin, bir toplumun” algıladığını iddia ettiğimiz sûfîlik, fıkıh, kelâm ve bunlar üzerine oturan sonu gelmez tartışmalarımız var.
Bunları değersiz bulduğumdan böyle söylemiyorum. Elbette bizim toplumumuzun belli bir birikimi ve o birikimin bize faydası var. O birikimden istifade etmeye devam edelim; ama yaptığımız tartışmalarda, “falan dönemin sûfîliği, falan dönemin fıkıh anlayışı” dediğimiz yaklaşımları genelleyip sabitlediğimiz takdirde, günün toplumunda ortaya çıkan birçok arayış, yöneliş ve ihtiyacı göremez hâle geliyoruz.
Gerçekle temâsı zayıflamış veya kopmuş, geçmiş zaman söylemleri, hikmet bile olsa, artık elimizden tutmuyor, edebiyata dönüyor.
Şimdi bir Mevlânâ külliyatı var, bir Muhyiddin Arabî külliyatı var; ki bunlar büyük isimler, görüşlerinin çok önemli bir kısmı eskimemiş, tazeliğini koruyan isimler. Buna rağmen, biz tepeden tırnağa Mevlana söylemiyle yürüyemeyiz.
Peki, bu durumda, bizden öncekilerin söylemlerini almayacak mıyız?
Yeniden anlama dediğimiz hadise; insanın hayatını anlamlı hâle getirmenin tek yoludur. Bizden öncekilerin anlamalarını, kulaktan bir ezber yöntemiyle biliyor olmak, o anlam dünyasına girmek demek değildir. Onların anlam dünyasına girebilmek için; o tecrübeye benzer bir tecrübenizin bulunması, yoksa bile, icât edilmesi lazım. Eğer yaşadığınız hayatın başarılı bir hayat olmasını istiyorsanız, kararları siz vereceksiniz ve verdiğiniz kararlar hayatın akışını zorlaştırmayacak veya hayatın akışının getirdiği imkânı, sizin arayışınızla bütünleştirecek, sizi destekleyecek; yani yokuş aşağı akan suyun gücünü kullanır gibi.
Başkalarının tecrübesi üzerinden anlamlandırma aslında imkânsızdır. O tecrübeyi yaşayanın verdiği anlam o kişiye veya topluma göredir ve faydalıdır. Fakat o tecrübeyi tanımayan ve tecrübesinden anlam çıkarmayı bilemeyenler, o yabancı tecrübeden anlam çıkarmayı bilemeyen bir başka toplum veya bir başka nesil, başka bir kuşak, başka bir devrin insanı, yani tecrübeyle bağlantısı olmayan taraf; hem hayatın getirdiği imkânları kullanmaktan mahrum kalıyor, hem de yaşadığı hayatın içini dolduracak bir anlam icât edemiyor.
O zaman bu söylediğiniz, yani anlamlandırma sorunu şu anda bizim toplum olarak yaşadığımız bir konu…
En mühim konumuz bence…
Evet, anlama krizi yaşıyoruz gerçekten, yani bu belli bir cenaha mahsus bir problem değil. Türkiye’deki bütün kesimlerin, grupların, inanç okullarının, siyasi ideolojilerin ortak hastalığı bir “anlama krizi” içinde bulunmaları.
Peki, bugün biz toplum olarak neyin tekrarını, ezberini yapıyoruz?
Hangi konuda ezberden uzağız ki! Sanat, siyaset, din, moda… Daha daraltacak olursak müzik alanında ezberlerimiz, mimaride ezberlerimiz var…
Ezberlerin bir kısmı Doğu’dan, bir kısmı Batı’dan, bir kısmı İslam dünyasından, bir kısmı tarihin falan döneminden, bir kısmı bir intikam duygusu ile oluşturulmuş bir kültürden, bir kısmı matem kültüründen.
Meselâ bir “Ehl-i sünnet” genellemesi var. Bir dönemin konjonktüründen kaynaklanan, hilâfet kurumunun getirdiği mecburiyetle birçok temel problemi görmezden gelerek oluşturulmuş bir genel başlık. Mesela genellenmiş bir Osmanlı hayranlığı. Hangi Osmanlı? 600 yılın içinde üç kere temel kabullerini, ontolojisini değiştirmiş bir tarih, böyle bir genellemeyle benimsenemez. Çöküş devri ontolojisine mensup bir Osmanlı hayranı, hayranlığının gerekçesi olan yükseliş dönemi ontolojisine hasım!
Peki, sizin üzerinde durduğunuz bir diğer kavram, “Türk Müslümanlığı” kavramı; “Türkler’de ırkî taassup yoktur” diye biliyoruz. Türk kimdir?
Türklük, zaten bir ırk üzerinden gelmiyor, Töre üzerinden biçimlenip geliyor. Töre’yi tanımadan “Türk” üzerinde konuşamazsınız. “Töre” dediğimiz hikmet geleneği içinde, ölçemediğimiz uzun çağlar boyunca yaşamış bu toplum.
Bugün bizim “Türk” dediğimiz kitleler, iki ana koldur biliyorsunuz; bir Kıpçak kolu var, bir Oğuz kolu… Gerek Kıpçak gerek Oğuz kolunda adı “Türk” olan bir alt birim yok, ama bunların hepsine “Türk” diyoruz. Töre “Devlet” kurumuyla var olabilen bir gelenektir. Ve o devlet daima cihan devleti olma ülküsü taşımıştır. Cihan devleti ülküsü, bir insanlık devleti ülküsüdür. Ve Türk o “Töre Devleti”nin mensubudur. Türk böyle bir dünya ve devlet anlayışının mensubudur. Etnik, ulus kavramı üzerinden, o evrensel ideale ulaşılamaz.
Bu sebeple, Kıpçak ve Oğuz grupları dışında Kafkas halkları, Balkan halkları, Arnavutlar, Boşnaklar, Çerkezler, Abazalar gibi birçok topluluk da Türk oldular.
Töre’den dolayı oluyorlar?
Evet, evet… Yani bir toplumun yaşamakta olduğu değerler sistemini benimsediği zaman, gelen yeni grup da zamanla o toplumun bir tabiî elemanı hâline dönüşüyor ve yadırganmıyor; kız alıyor, kız veriyor, büyük alışverişler var aralarında.
Yani “Türk” başlığının altında Çerkez de pekâlâ vardır. Gürcü vardır mesela, Gürcüler’in bir kısmı hâlâ Hristiyan, Türkçe bilmeyen Gürcüler. Biz asla aramızdaki Gürcüler’e bir başka millet, bir başka kültürün insanı muamelesini yapmadık. Onlarda da böyle bir arayış görülmedi.
Türklüğü bu noktada iyi analiz etmiş değiliz. Yani biz o yeniden anlama ihtiyacını en çok da burada duyuyoruz.
Şimdi, “Türk” kavramı yakın tarihteki zaruretlerle, ideolojik yaklaşımlarla saptırılmış, soy kavramına indirgenmiş… Bir yüksek hikmetin içinde olmaklığın adıyken, etnisite bağlamına düşürülmüş… “Töre” gibi, “Töre” de mecraının tamamen dışına itilerek, bir menfî kampanyaya muhatap kılındı…
“Töre kavramı özellikle, çarpıtıldı. Buna medya da alet oldu” demiştiniz bir konuşmanızda.
Kürtler de, Türkler de Töre üzerinden dövüldüler. Töre Kürtler’e mal edildi, o güncellenmemiş kötü âdetlerin, o kan dâvâlarının, o kadına şiddetin, şunun bunun gerekçesi olarak yorumlandı, suç sebebi hâline getirildi Töre.
Dolayısıyla oradan bir aktarma yapıldı, bize döndürüldü; bizim kimliğimizin belirleyici hikemî muhtevası Töre’de bulunmasına rağmen, biz Töre’yi dünyamızın dışına ittiğimiz için Türklüğü anlayamaz hâle geldik.
“Töre” nedir?
Benim ulaştığım kanaat özetin özeti olarak şöyle: Atalarımızın, tek Tanrılı bir inanç sistemi içinden gelmekte olduklarını biliyoruz. O’na “Kök Tanrı” diyorlar. “Kök”; Asıl, menşedir. Tanrı da; Tan: Doğmak, “rı-ri” eki süreç belirtiyor. Yani; “Aslından, kendinden, kendi öz anlamından durmadan doğmakta olan” anlamındadır. Yani bu, Kant’ın tabiriyle söyleyecek olursak: “Kendinde kendi olarak” durmadan doğan… “Tanrı” kelimesinin anlamı bu: Tanrı, kendinden kendine ve durmadan doğmakta olandır. Bu Tanrı; aslında âlemde yaşayan yegâne varlıktır. Bütün varlık aslında, o yegâne Tanrı’nın doğum sahnesidir; yaşayan da o dur. Bilge Kağan’ın cümlesiyle; “Zamanı Tanrı yaşar”. Bilge Kağan, Orhun Kitabeleri’nde apaçık söylüyor. Dolayısıyla “Türk”, işte o durmadan doğuşun, yani türeyişin şuurundaki insanın adı... Töre, “Türemek” fiilinden elde edilen bir isim, fiilden isim. Türemekten: Töre. Töre’den de: “Töre’ye uyan” mânâsında “Türk”. Türemekten elde edilmiş. “Töre, durmadan doğuş bilgisine dayalı hikmet” anlamında ise, “Türk” kim o halde? O Tanrısal hayata kavuşmaya çalışan insan; Kutadgu Bilig’deki “Kut kazanma” esprisi üzerinden bakıyorum da bende uyanan kanaat bu.
TÜRK MÜSLÜMANLIĞI KAVRAMI
Peki, “Türk Müslümanlığı” kavramı dediğiniz zaman insanlar şöyle diyor; “Müslümanlığın Türk’ü, Arap’ı, Laz’ı mı olur?” filan gibi bir şey de çıkıyor.
Bir zamanlar bu dediğinizi çok söylediler, yani ben “Yahya Kemâl’de Türk Müslümanlığı” kitabını yayınladığım zaman, 90’ların sonuna doğru, itirazcılardan çok önemli bir kısmı bu fikri kullandı. Fakat zamanla düşünüldü ve görüldü ki, pekâlâ bir Türk Müslümanlığı da var, Acem Müslümanlığı da var, Arap Müslümanlığı da var, Afrika Müslümanlığı, hattâ Avrupa Müslümanlıkları var… Amerikan Müslümanlığı var.
Çok özür dilerim, burada kültür ve medeniyet açısından aslında söyleniyor “Türk Müslümanlığı”…
Anlamanın tecrübeye bağlılığı bakımından… Oradan girdik ya… Anlama, tecrübeye bağlı bir eylemdir. Müslümanlık bir anlama konusudur. Neyinizle anlayacaksınız, önünüze gelen bir büyük sistemi? Kendi tecrübenizle anlayacaksınız. Kendi tecrübenizi de, oluşturduğunuz değerlerle tarif edeceksiniz.
Tepeden tırnağa Mevlana söylemiyle yürüyemeyiz. Yeniden anlama dediğimiz hadise; insanın hayatını anlamlı hâle getirmenin tek yoludur. Bizden öncekilerin anlamalarını, kulaktan bir ezber yöntemiyle biliyor olmak, o anlam dünyasına girmek demek değildir. Onların anlam dünyasına girebilmek için; o tecrübeye benzer bir tecrübenizin bulunması, yoksa bile, icât edilmesi lazım.
Türklük, zaten bir ırk üzerinden gelmiyor, Töre üzerinden biçimlenip geliyor. Töre’yi tanımadan “Türk” üzerinde konuşamazsınız. “Töre” dediğimiz hikmet geleneği içinde, ölçemediğimiz uzun çağlar boyunca yaşamış bu toplum.
Hangi Osmanlı? 600 yılın içinde üç kere temel kabullerini, ontolojisini değiştirmiş bir tarih, böyle bir genellemeyle benimsenemez. Çöküş devri ontolojisine mensup bir Osmanlı hayranı, hayranlığının gerekçesi olan yükseliş dönemi ontolojisine hasım!
Yaşanmışlık ve kültür diyebiliriz.
Elbette…
Şimdi biz İslam’ı böyle görür görmez büyülenip, hemen içine girmedik. Takriben 200 yıl seyrettik. Müslüman olma kararı 920'lerden itibaren verildi, yani resmi siyasetin kararı olarak söylüyorum. Karahanlılar ve Bulgar Hanlığı kabul etti, ondan önce münferit küçük gruplar, aileler falan Müslüman olanlar var, onların içerisinde önemli isimler de var.
Birisi; İmam Mâtürîdî mesela, Türk asıllı, Semerkant’ın Matürid köyünde doğmuş bir adam, onun için Mâtürîdî deniyor, 944 de ölmüş.
Karahanlılar Müslüman olmaya karar verdikleri vakit, Müslümanlığı Arap dünyasında o 200 yıl içinde ortaya çıkan çeşitli görüşlerden birini tercih ederek, o tercih üzerinden kabul etmemişler. Mesela Mutezile var, Eş’arîlik var, Haricîlik var, Bâtıniler var, Dehrîyyun diye bir mezhep var.
İtikadî anlamda da Bağdat civarında Hasan el- Eş’arî’nin görüşleri etrafında bir itikadî mezhep kurulmuş, Araplar ekseriyetle ona tâbi olmuşlar. Bilhassa Mâlikî, Şâfî ve Hambelîler Hasan el-Eş’arî’ nin itikadî açıklamalarını, yani ontolojisini benimsemişler.
“Ontoloji” diyorum, çünkü ontoloji burada çok mühim. Felsefe üzerinden bakıldığında ontoloji; varlığa verilen temel anlamdır. Varlığa verdiğimiz temel anlam, epistemolojiye de yansır, oradan ahlâka yansır, oradan estetiğe yansır, oradan siyasete yansır, metafiziğe vs. her şeyi belirler o ontoloji.
Eş’arîlik ile Maturidilik arasında nasıl bir fark var?
Şimdi Abbâsîler döneminde, Halife Memun ve Harun Reşid zamanında çok büyük bir tartışma var; Allah’ın zâtıyla sıfatlarının ilişkisi araştırılıyor. Konu 8. yy.dan, Vâsıl bin Atâ’dan geliyor…
Bu tartışmaya Hasan el-Eş’arî, Cenâb-ı Hakk’ın zâtıyla sıfatlarını birbirinden ayırarak bakılması gerektiği şeklinde cevap veriyor. Bu ise, adı tevhîd olmakla beraber tevhîd görünümlü bir düalizmin meşrulaşmasını sağlıyor. Hasan el-Eş’arî Mutezile’nin tahriklerinden cemiyeti kurtarmaya çalışıyor, belki de kurtarıyor bir ölçüde, fakat tevhîd görünümlü bir düalizmin İslam dünyasının kalbine yerleşmesine de yol açıyor.
Zât ve sıfat ayrılınca Cenâb-ı Hakk’ın zâtı; varlık ötesi, varlıkla ilişkisiz kabul ediliyor. Dolayısıyla hayatın anlamı; Allah’a geri dönmek ve insanlar “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” hükmü mucibince ölüm ötesindeki o ebedî hayatı tercih ediyor. Bu tabiidir. Elbette Allah zâtı ile varlıkla ilgisizse, Müslüman da varlık âlemine itibar etmeyiveriyor.
Nitekim Arap dünyası bu anlayıştan sonra ilmî, fikrî planda durdu. Eş’arîleşen Arap dünyasında ilim ve fikir dondu kaldı. 10.-11. yy’ dan sonra Arap dünyasında bakın; ilmî, fikrî faaliyet yok denecek kadar zayıf.
Buna mukabil Türk Müslümanlığı dediğimiz, İmam Mâtürîdî’nin 920'lerde kurduğu yaklaşımda, Arap dünyasındaki o bölünmeler, parçalanmalar sonucu ortaya çıkan gruplardan, anlayışlardan biri tercih edilmiyor; yerine yeni bir şey inşa ediliyor.
Dr. Sait Başer kimdir?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü mezunudur. 1996 yılında “Yahya Kemal’e Göre Türk Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları” konulu teziyle doktor olmuştur. Sakarya Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapmış, 1984-1994 yıllarında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın neşriyat müdürlüğünü yürütmüştür. Türk kültür ve inanç tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınır. Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Doğu Türkistan’ın Sesi, Kültür Dünyası dergilerinde yazdı. Nihad Sami Banarlı külliyatını hazırladı. Lisans tezini Esmâü’l-Hüsnâ’ya Göre Eski Türk Dinindeki Tanrı’nın Vasıfları, yüksek lisans tezini Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre, Doktorasını ise Yahyâ Kemal’e Göre Türk Kimliği ve Görüşlerinin Kamuoyundaki Yansımaları ile tamamlamıştır.Yayımlanmış Kitapları:
Ekrem Hakkı Ayverdi – Makaleler (1984)
Türk Münevverinin Müşterek Fikir ve İman Zemini (1988)
Gök Tanrı’nın Sıfatlarına Esmaü’l-Hüsna Açısından Bakış (1991)
Kutadgu Bilig’de Kut ve Töre (1995)
Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı (1998)
Toplumsal Aklı Anlamak (2006)
Türk İnanma ve Anlama Modeline Dair (2011)
Anlama Krizi (2016)
Yitik Yurdun İçinde (2016)
Selam Söyle (2017)