Röportaj 21.07.2018 09:50 Güncelleme: 21.07.2018 10:29

'Liyakati Çözersek 21. Yüzyıl Türklerin Yüzyılı Olur'

Yazar Alev Alatlı, Türkiye'nin asgari 250 yıldır karşı karşıya kaldığı liyakat sorununun Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile daha hızlı çözülmesinin mümkün olabileceğini belirterek, "Liyakat sorununu çözebilirsek rahmetli Özal'ın kehaneti doğrulanır. 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur." dedi.
'Liyakati Çözersek 21. Yüzyıl  Türklerin Yüzyılı Olur'

Batı medeniyetinin kerterizini kaybetmiş gibi durduğu bu süreçte, ‘’Türkiye’nin dünyanın iyiliği için yaşaması ve yaşatılması gerektiğini” vurgulayan Alev Alatlı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’nin Rusya ve ABD ile ilişkileri, Türkiye’nin Suriye ve göçmen politikası ile yeni dünya sistemine ilişkin soruları yanıtladı.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye, bölgemiz ve dünya için ne ifade ediyor?

Sistemler onları kuvveden fiile çıkartan ve idame ettiren insanların niteliğiyle kaimdirler. Ehil bir atanmışın vezir edebildiği bir halkı, işinin ehli olmayan bir seçilmişin rezil edebildiği de sır değil. İster monarşi, ister meşrutiyet, ister parlamenter, isterse bizim şimdi denediğimiz başkanlık sistemi olsun, toplumların bir avuç iyi niyetli ve ehil insanın yüz suyu hürmetine ayakta kaldığını kadim tarih teyit ediyor. Sistem kendi başına bir değer değil, değerini sistemi çalıştıranların liyakati belirliyor.

Yeri gelmişken, geçenlerde Sultan 3. Mustafa’nın ‘Cihangir’ mahlasıyla yazdığı bir dörtlüğe rastladım. Koskoca padişah, ‘Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele/ Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele/ Şimdi ebvab-i saadetle gezen hep hazele/ İşimiz kaldı heman merhamet-i Lem Yezel’e” diye yakınıyor. Günümüz Türkçesinde mealen, “Yıkılıp gitmektedir bu dünya, sanma ki bizde düzele/ Aşağılık felek tümden bıraktı devleti müptezele/ Şimdi saadet kapılarında gezenler hepten alçaklar/ İşimiz artık kaldı Allah’ın merhametine.”
3. Mustafa’nın 1700’lü yılların ikinci yarısında saltanat sürdüğünü düşününce umutsuzluğa kapılıyor demeyeyim ama hüzünleniyor insan. Besbelli ki asgari 250 yıldır çözemediğimiz ağır bir liyakat sorunumuz var bizim. Başkanlık sistemi ile çözebilirsek rahmetli Özal’ın kehaneti doğrulanır, 21. yüzyıl gerçekten de Türklerin yüzyılı olur inşallah.

“Öncelikli meselemiz liyakat”

Türkiye’yi yakından tanıyan aydın olarak ısrarla liyakat diyorsunuz. Liyakat sorununu çözdüğümüzde bunun içeriye ve dışarıya nasıl yansımaları olur?
Liyakat sorunu çözüldüğünde Türkiye şahlanır. Bir kere, eğitimden adli sisteme, imardan enerjiye, tarımdan basına hemen her alanda gözlemlediğimiz o müthiş savurganlığın sonu gelir. Zor kazanılmış birikimlerimizi rasyonel yatırımlara dönüştürme imkanı doğar. Zaman yönetimi mümkün olur. Bir günlük işi bir aya yayıp sürüncemede bırakmaz, ödenekleri çarçur etmez, bütçeleri delmeyiz. Gözaltı süreleri kısalır. Mahkemeler daha hızlı karar alır. Çocuklar hangi sınava gireceklerini bilir. Tesisatçı gideri yanlış yere bağlamaz. Elektrikçi kabloyu izole eder, yangın çıkartmaz. Caddeler, en ufak bir serpintide göle dönmez. Dünyayı doğru okur, doğru yorumlar, kim dost, kim düşman doğru kestirirsek olası FETÖ’lere hazırlıksız yakalanmayız.

Hepsinden önemlisi, liyakat noksanının suçunu birbirimize atmaz, birbirimizi haksız kazançla, ihanetle suçlamaktansa meselelerin kök nedenlerine inme alışkanlığı kazanırız. Siyaset bile rasyonelleşir. Bizi kahreden olumsuzlukların ezici çoğunluğu, aktörlerin ehil olmamalarından kaynaklanıyor, ahlaksızlıklarından değil. Hasılı, liyakat meselesini çözer, emaneti ehline bırakmayı ilke edinirsek, etnik veya sınıfsal veya ideolojik kutuplaşma kaygıları yok olur, Türkiye 21 yüzyılda uçar! Ele güne karşı caydırıcı bir güç olmak da böyle bir şeydir zaten. Hayırhah bir güç olmak da öyle.

“Liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir”

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki süreçte öncelik vermesi gereken en önemli konunun liyakat olduğunu söylediniz. Başka ne gibi öncelikler var beklentileriniz arasında?

Adli sistemin ihyası, milli eğitimin yalpalamalardan kurtarılması var. Ancak bunların her ikisi de muazzam siparişlerdir, başarı yine döner dolaşır liyakatta düğümlenir. Bakın, ne milli eğitim sistemi ne de adli sistem boşlukta tekevvün eder. Bu kurumlar toplumun genel zihniyetinin, değer yargılarının, dini inançlarının, dönemin hakim dünya görüşlerinin, evrensel düşünce akımlarının ve nihayet sosyoekonomik yapılanmasının ortak ürünleridir.
Ne bir hükümet ne bir bakanlık ne bir sivil toplum örgütü veya mezhep veya tarikatın tek başına altından kalkabileceği düzenlemeler değildirler. Daha açık söyleyeyim: “Ben yaptım oldu.” da yoktur, “Bundan daha iyisi olmaz.” da yoktur. Seferberlik boyutlarında ortak gayret, ince ayar, adanmışlık gerekir. Seferberlik denildiğinde, ehil kadrolar hayati önem kazanır. Umarım ki, bu defa “Elimden geleni yaptım.” mazeretine sığınmayan, “yapılması gerekeni yapan” kadroları bir araya getirme imkanı olur. Allah Başkan’ın yar ve yardımcısı olsun.
Yeri gelmişken, liyakati tespit etmenin birtakım nesnel kriterleri olduğunu da hatırlatayım. Örneğin, akademik literatürde “accountability” diye geçen, hesap verebilirlik/sorulabilirlik/sorabilirlik diye bir norm var. Kişiyi yaptıkları kadar yapmadıklarından da sorumlu tutan bu düzgünün etkinleştirilmesi halinde, liyakati objektif olarak saptamak kolaylaşacaktır. “Akreditasyon” diye de bir düzgü var. Bu da kişi ve kurumların evrensel standartlar muvacehesindeki yerlerini tespit etmeye yarar. Üniversitelerden hastanelere, adli tıptan hukuk mahkemelerine kadar hemen tüm kurumlarda işlevsel olabilir. Diyeceğim liyakati saptayacak objektif yöntemler var, hantallık kader değildir.

“Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz”

Suriye’deki iç savaş nedeniyle yaşanan sığınmacı göçü, zorunlu göç yani tehcir olarak tanımlıyorsunuz. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik politikaları hakkında neler söylersiniz?

Hukuk sistemimizdeki kavram kargaşası Suriyeli konuklar konusunda da gözleniyor. Uluslararası hukukta mülteci (refugee), sığınmacı (asylumseeker) ve göçmen (immigrant) olmak üzere üç sınıflama vardır. ‘Mülteci’, ırkı, dini, tabiiyeti, belirli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncesi nedeniyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkeye dönemeyen veya dönmek istemeyendir. ‘Sığınmacı’ diye mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği tarafından resmen tanınmamış kişilere denir. Bir de ‘göçmen’ler var. Bunlar, ülkelerinde zulme uğramaktan korktukları için değil, kendilerine daha iyi bir yaşam sağlamak için başka bir ülkeye göç edenlerdir. Bunları açıklıyorum, çünkü misafir ettiğimiz 3,5 milyon Suriyelinin hangi kategoriye girdiği, eninde sonunda tanımlamamız gereken bir mesele olarak karşımıza çıkacaktır diye korkarım. Şimdilik Türkiye hukukundaki statülerine bakmaksızın mülteci ya da sığınmacı olarak adlandırıyoruz ama bir tekne battığında içindekiler geliş nedenlerine göre mülteci de göçmen de olabiliyorlar.

Önemli mi? Tümüyle insancıl olarak bakarsanız hiç ama hiç önemli değil. Aylan bebeklere pasaport, vize sorulmaz. Velakin yasal statüleri vuzuha kavuşturmaz, daha da önemlisi Türk kamuoyunu ve Suriyeli konuklarımızı zamanında bilgilendirmezsek ilerleyen yıllarda hır çıkacağından korkarım. Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Gün olur, devran döner, iyilikler unutulur. Bir bakmışınız Suriyelilere karşı antidemokratik uygulamalarla, kayırmacılıkla itham edilmişiz. Bunun dışında, bu insanları elbette dışarıda bırakmayacak, kendi topraklarımıza alacaktık. Biz komşusu açken uyuyamayan insanlarız, başka türlüsü zaten içimize sinmezdi. Kendi adıma ben iftihar ettim.

‘Türk devleti kolay faka basmaz’

ABD ile Rusya’nın, Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştığı iddiaları var. Suriye’de atılması gereken adımlar nelerdir?

Suriye’de atılması gereken adımlar hususunda ahkam kesmek haddim değil. Gazete okuryazarlığı da sorunuzun hakkını vermeye yetmiyor. Manşetlere çıkan olaylardan hangisi politika, hangisi strateji, hangisi taktik bilemiyorsunuz. Örneğin, Münbiç. Bizim için hayati bir bölge midir, stratejik midir, yoksa taktik icabı mı öne çıkarılıyor bilemiyorum. Aynı şeyi Rusya, İran hatta Katar gibi nevhuzur müttefiklerimiz için de söyleyebilirim.
Rusya ile dostluk politikası oturmuş mudur yoksa güney sınırlarımızı güvence altına almak hedefimiz muvacehesinde belirlediğimiz stratejiden mi ibarettir? Strateji malum, politikanın genel amaçları doğrultusunda, tüm kaynakları göz önüne alarak örgütlenme olayıdır. Bu bağlamda, Rusya’ya kaynaklardan biri diye bakmak da mümkündür. Oysa taktik alt hedeflere yönelik eylem şeklidir. Münbiç’i hatta belki de Kandil’i bile bu çerçevede değerlendirmek gerekiyordur. ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda belli noktalarda uzlaştıkları iddialarına gelince; olacağına bakın derim. Almanların “Güven iyidir ancak kontrol daha iyidir.” diye bir atasözü vardır, gerçekçi bir tembih olduğunu düşünürüm. Türk devleti, güngörmüş bir devlettir, kolay faka basmaz. Sakin olmakta yarar var derim.

“Nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı”

Türkiye-ABD arasında var olan gerilim yeni sistemde de devam ederse Ankara, Moskova ile sürdürdüğü iş birliğini stratejik iş birliğine dönüştürür mü, Erdoğan-Putin dostluğu ilişkilere nasıl yansıyor sizce?

Türkiye’nin Rusya ile sürdürdüğü iş birliği stratejik midir, taktiksel midir bilecek noktada değilim. Buna karşın ABD ile olan gerilim ifadesi, beklenen hatta kışkırtılan medeniyetler savaşında, İslamofobi cinnetinde bulan bir kışkırtmanın sonucudur. Trump nükleer denizaltının cinnet geçiren kaptanı gibi ipe sapa gelmez bir bitirim adam. Yeni ya da eski sistemin, cinneti rehabilite edebileceğine ihtimal vermem.

Öte yandan Başkan Erdoğan’la Başkan Putin’in birbirlerinin değerlerine aşinalıkları var. Bana sorarsanız bu aşinalık, özde Asya kökenli olmalarından gelir. Rusya nüfusunun beşte birinin Müslüman olduğunu hatırlayın. Hatta, “Bir Rus’u biraz kaşı, altından Tatar çıkar.” diye bir söz bile vardır. Yine de ortak değerlerden ziyade, var olan değerlere aşinalıktan bahsettiğime dikkatinizi çekerim. Ne gibi mesela? Her iki liderin de ülkelerinin imparatorluk geçmişine duydukları saygı ve bu geçmişten devşirdikleri vakar her ikisi tarafından da anlayışla karşılanır.

Batı dünyasının yerli yersiz çıkışlarına hatta hakaretlerine şerbetli olmak gibi halklarının tevekkülü gibi benzer yaşanmışlıkları vardır. AB, ABD halklarını sokaklara döken mesela elektrik kesintileri, oralarda olduğu gibi Rusya’da insanları fırsattan istifade dükkan yağmalamaya sevk etmeyecektir. Devlete bağlılık gibi, ulusal gurur gibi, kişisel dayanıklılık gibi daha pek çok şey sayabilirim benzerlikler vardır. Hasılı mülahazat hanesini asla kapatmamak kaydıyla kişisel dostluktan değilse bile anlayıştan kaynaklanan edepli atmosfer, diyaloğu kolaylaştıracaktır.

YARIN: İran'a İsrail'den çok fazla güvenirim