Röportaj 20.05.2017 03:06

İdris Güllüce ile FETÖ ve referandum sohbeti: 2 "Kaybeden sevinçli kazanan buruk!

"Adamlar kaybetmeyi zafer olarak kutluyor. Yani bir sokağa dökülüp şenlik yapmadıkları kaldı. Kaybetmişsin kardeşim. Zaten hayır oylarının hepsi de senin değil. Bu duruma ne isim vereceksin. İnsan şaşırıyor. Kazanan taraf ise demoralize oluyor. Şahsen ben de çıkan oranı az buldum."
İdris Güllüce ile FETÖ ve referandum sohbeti: 2

Murat BAŞARAN

Tabii diğer taraftan bir genel temizlik harekâtı ve düşmanlarımızı topyekûn görebilme fırsatı da doğurdu bu musibet. 

* Doğru. Bu içimizde doğup büyümüş basit bir hadise değil. Batı’nın “Şark Meselesi” davasının devamıdır. Onlara göre biz bu Anadolu’ya Hristiyan dünyanın en kutsal mekanlarını alarak gelmişiz. Meryem Anasından Hatay’ına kadar, Göreme’sine kadar… İstanbul’una kadar. At üstünde gelip Batı’nın bakış açısına göre, barbar bir toplum olarak Bizans’ı da yıkmış, Patrikhane’nin olduğu merkezi mukaddes İstanbul’u da ele geçirmiş, kovulması temizlenmesi gereken bir varlığız. Endülüs misali… Yani temel doktrinleri budur. Asırlarca haçlı seferleri yaptılar. Anadolu’dan Müslümanları temizlemek için. 1. Dünya Savaşı sonrası neredeyse başarıyorlardı da yani. Polatlı’ya kadar Yunan topçuları gelmiştir. Doğuda Ermenistan kuruyorlardı. Kuzeyde Pontus devleti kuruyorlardı. Allah’ın yardımıyla o günkü gazilerimiz, şehitlerimiz, önderlerimiz sayesinde tekrar Türkiye diye bir devlet kuruldu. Ondan sonra bakıyorsunuz, ne zaman bizim iki yakamız bir araya gelse, bir şeyler oluyor. Tabii artık gelip işgal edemeyeceğine göre… Senin gelişmemeni sağlamak için… Bana göre 27 Mayıs böyledir. Sağ- sol hadisesi böyledir. Türk- Kürt meselesi böyledir. Alevi-Sünni kavgası çıkarmak istemeleri böyledir. Bunların hepsi Batı’nın Şark Meselesi olarak gördüğü problemin sonuçlarıdır. Almanya şu anda Türkiye’de bir Alevi-Sünni kavgası olması için inanılmaz projeler uyguluyor. 15 Temmuz’un ters tepmesi düşmanlarımızı fena bozdu. Şimdi ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, biz hiçbir savaşta düşmanın ne karısına, ne çocuğuna, ne silahsızına dokunmamış bir milletiz. Tarihte bunun örneği yok. Yani savaşmışsın, işgal etmişsin, yenmişsin, yenilmişsin ama yaşlısına, kadınına, çocuğuna dokunmamışsın. Ama içimizdeki fitnelerde, Maraş’ta, Çorum’da, Güneydoğu’da şurada burada birbirlerimizin çocuklarına kasteder duruma geldik. Getirildik. Düşmana yapmadığımızı birbirimize yapar hale gelmek ne demek? 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, FETÖ, PKK ve bilmediğimiz ne projeler, bunların hepsinin ortak amacı seni bu topraklardan Endülüs gibi çıkarmak. Burada kalabilmemizin tek şartı güçlü bir ordumuz olacak, güçlü bir ekonomimiz olacak, güçlü bir birlikteliğimiz olacak. Başka çare yok. Bizlerin siyasiler olarak bu ülkede birliği sağlayıcı, birbirini seven insanların olduğu, birbirine muhabbetle baktığı bir Türkiye oluşturmayı da proje haline getirmemiz lazım. 

* Asıl problem, bu birliğin zaten var oluşu. Fakat siyasetin 'ayrışma var' şeklindeki söylemlerinin toplumu gerdiği bir gerçek değil mi? Biz bir aradayken kim Sünni, kim Alevi, kim Türk, kim Kürt diye hareket etmiyoruz. Fakat şuuraltılarımıza politikanın pompaladığı bir algı tuzağı bu. 

* Doğru, buna rağmen yine siyasete iş düşüyor. Yani hızlı tren kadar, köprüler, tüneller kadar insanların dost olmalarının, birbiriyle ilişki kurabilmelerinin de yollarını açmak lazım. Tarafların hepsine büyük iş düşüyor. Bizim temelde ayrımız gayrımız yok. Bizim bir siyasetçi arkadaşımız bir ilin bir köyünde muhtara misafir oluyorlar. Muhtar şeker ikram ediyor. Arkadaşımız da alıp yiyor. Dışarı çıkınca hemen ikaz ediyorlar, ne yaptın sen yahu diye. Adam şaşırıyor. Ne yaptım diye soruyor. Alevinin şekerini yedin diyorlar. Şimdi böyle densizler, dengesizler de var. Düşünceye bak. Az da olsa böyle ayrı- gayrı düşünenlerin hizaya getirilmesi lazım. Sen ne olursan ol. Neye inanırsan inan. Bizim tek mecburiyetimiz var. Birbirimizi seveceğiz. Bu toprakların çocuklarıyız. Savaş olsa omuz omuza cepheye koşarız. Birlikte ölürüz. Birlikte de öldük. Bu vatanı birlikte kazandık. Bize başka bir vatan şansı da yok. Ben Almanya’ya gittiğimde, Türkiye’de bir Alevi- Sünni çatışması çıkarmanın orada bir devlet politikasına döndüğünü gördüm. Maalesef. Çok dikkat etmemiz lazım. 

id2

* Bütün bu yaşadıklarımızdan sonra siyasetin eski alışkanlıklarına devam etmesinin mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Referandumla zaten ciddi bir değişiklik gerçekleşti. Siyasette bundan sonrasını nasıl görüyorsunuz?

* Öncelikle iki sene sonra yapılacak seçimle birlikte küçük partilerin şansının açılacağını düşünüyorum. Çünkü hükümet olamama, iktidara gelememe diye bir endişe olmayacağı için küçük partilere oy veren seçmenlerin arzu ettikleri milletvekillerini parlamentoya sokma imkânı artmış olacak. 1 Kasım ile 7 Haziran arasındaki fark şuydu: Türkiye hükümetsiz kalınca istikrar bozuluyor. Ekonomi bozuluyor. İşte ben otomobil almışım, taksitini ödeyemeyeceğim. Ama artık hükümetsiz kalmak diye bir problem olmayacak. Her halükârda Cumhurbaşkanı seçilecek. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da hükümet kurulacak. Hükümet kurulunca da parlamentoda hangi partinin kaç tane milletvekili olduğu şimdiki kadar önem arz etmeyecek. Dolayısıyla sırf Türkiye hükümetsiz kalmasın diye gönlündeki partiye oy veremeyenlerin bu problemi yaşanmayacak. 

* Diğer taraftan kendisini iktidara aday gören partiler aynı zamanda liderleri açısından cumhurbaşkanı çıkarma mecburiyeti ile karşı karşıya. Muhalefet olur, paşa paşa geçinirim lüksü de ortadan kalkacak herhalde. 

* Öyle tabii de AK Parti’nin hem politikaları çok iyi, hem şansı da çok iyi. Yani referandumdan sonra bakıyorsunuz, geçen gün bir gazetede vardı, CHP paramparça diye. Yani adamlar kaybetmeyi zafer olarak kutluyor bir yandan. Yani bir sokağa dökülüp şenlik yapmadıkları kaldı. Kaybetmişsin kardeşim. Zaten hayır oylarının hepsi de senin değil. Bu duruma ne isim vereceksin. İnsan şaşırıyor. Kazanan taraf ise demoralize oluyor. Şahsen ben de çıkan oranı az buldum. Yani yapılan bu kadar hizmet. Gece gündüz demeden yapılan çalışmalar. Türkiye’nin nerelerden geldiğine bakıldığında, bu rakamın daha yüksek olması gerektiğini düşünüyor ve arzuluyor insan. Ben 90’lı yıllarda belediye başkanlığı yaptım. Bir belediye düşün ki, Rotterdam’dan iki tane engelli sandalyesini bir tırın arkasına koydurup getirttik, üstelik motorlu filan değil, iki engelli kardeşimize verdik diye çok sevindik. Hizmet ettik diye. Güçsüzlüğümüzün, ekonomimizin, halimizin nerede olduğunu anlatmak için söylüyorum. Muhteşem bir örnektir bu. Şimdi Amerikalıların gelip tedavi olduğu bir ülkeyiz. Hem daha modern imkanlarımız var. Hem daha iyi hizmet. Hem daha ekonomik. Bu farkı iyi görmek ve anlamak lazım. 10 sene 20 sene önceki Türkiye ile bugünkü Türkiye nasıl kıyaslanabilir? Ben deprem komisyonu başkanlığı yaptım. 99 depreminde haberleşme yapılamadı. Ben İzmit’te 7 kilometreyi 4,5 saatte gittim. Kızılay’ın çadırı yoktu. Şimdi biz dünyanın her yerine elimizi uzatabiliyor ve yardım ediyoruz. Van’da bir sene içinde biz bir şehir kurduk. Onun için diyoruz ki, benim sevgili vatandaşım, sana kurban olayım, benim gözüm, referandumda bu yüzde 52’den fazla vermeliydin. Bizim burukluğumuz bu. 

* Tam bu noktada iki meselenin altını çizip düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum. Birincisi gençler bu anlattıklarınızı yaşamadıkları için hissedemiyorlar. Onlara üç beş cümleyle o zaman şöyleydi şimdi böyle demek yetmiyor. İkincisi de bir yandan Türkiye imar edilirken, yeniden inşa edilirken burada bir dengesizlik var. Köprü, tünel, yol yapıyoruz ama İstanbul’un dikey ve vahşi yapılaşmasına dur diyemiyoruz. Diğer taraftan bu imar ve inşa işini biraz da insan imar ve inşasına kaydırmayı öncelik haline getiremiyoruz. Ne dersiniz?

* Türkiye’nin nereden nereye geldiğini gençlere anlatamamak bir eksiklik midir? Evet. Ama problem sadece bu mu? Değil. 80’li, 90’lı kuşağın teknoloji ile birlikte yaşadığı ve bize de sirayet eden bir travma var. Bu dünyada da söz konusu. Teknolojiyi kullanıyor, kendisine bir alan çizmiş, o alan içerisinde kalıyor ve iletişimini sadece sosyal medya üzerinden yapıyor. Bugün insanların birbiriyle olan ilişkilerinde bir problem var. Gençler bunu daha da ağır bir şekilde yaşıyor. Aile içi iletişimde bile bu problem yaşanırken, Türkiye’nin macerasını hakkıyla anlatabilmek gerçekten kolay değil. Aynı evde ayrı odalardan sosyal medya ile haberleşir hale geldi insanlık. Diğer taraftan bakanlığını yaptığım bir konuda esas problemin, başta İstanbul olmak üzere büyükşehirlere göçün engellenememiş olması olduğunu söylemeliyim. Herkesi yaşadığı yerde geçinebilir hale getirmemiz lazım. Bununla ilgili çok önemli çalışmalar yapılıyor. Yani şunu söylemek istiyorum, evet daha iyisi yapılabilir miydi? Belki. Olsa güzel olur muydu? Elbette. Ama yine aynı şeyi söyleyeceğim, bugün hangi konuda AK Parti’den öncesine göre daha ileride değiliz? Sonra şunu da unutmamak lazım ki, iktidar olduğu andan itibaren, e-muhtırası, parti kapatma davası, şusu busu akıllara zarar engellemelere rağmen büyük bir başarı ortaya konmuştur. İstediğiniz ne varsa, AK Parti’den öncesi ve sonrası diye mukayese edebilirsiniz. Çok çok başarılı olduğumuz alanların yanı sıra, biraz daha az başarılı olduğumuz alanlar olabilir. Ama onların bile anlaşılır sebepleri vardır. 

"1 Kasım ile 7 Haziran arasındaki fark şuydu: Türkiye hükümetsiz kalınca istikrar bozuluyor. Ekonomi bozuluyor. Ama artık hükümetsiz kalmak diye bir problem olmayacak. Her halükârda Cumhurbaşkanı seçilecek. Cumhurbaşkanı seçildikten sonra da hükümet kurulacak. Hükümet kurulunca da parlamentoda hangi partinin kaç tane milletvekili olduğu şimdiki kadar önem arz etmeyecek. Dolayısıyla sırf Türkiye hükümetsiz kalmasın diye gönlündeki partiye oy veremeyenlerin bu problemi yaşanmayacak."

Bugün hangi konuda AK Parti’den öncesine göre daha ileride değiliz? Sonra şunu da unutmamak lazım ki, iktidar olduğu andan itibaren, e-muhtırası, parti kapatma davası, şusu busu akıllara zarar engellemelere rağmen büyük bir başarı ortaya konmuştur. İstediğiniz ne varsa, AK Parti’den öncesi ve sonrası diye mukayese edebilirsiniz.

Bu üçücük araçtan 1 Cumhurbaşkanı, 2 Başbakan, 1 Bakan, 4 Milletvekili, 3 Belediye Başkanı çıktı

1990’lı yılların başında çekilmiş. Küçük kamyonet olarak bilinen “pikap” araçla, seçim çalışması kapsamında şehir turu atılırken çekilen fotoğrafta, Erbakan ve Erdoğan’ın yanı sıra, bugünün Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce ve Eski Erzurum Büyükşehir Belediye Başkanı Mehmet Sekmen de bulunuyor.