Issız bir öğle sonrası.
Yaz sıcağı sineklerle birlikte 'Ezgi Kafe'nin önündeki yokuş yolu
ısıtırken, Sefer amca gazete okuyor, öğrenciler ise satranç turnuvası için bir
masada toplanmışlar, iki kişi oynarken diğerleri izliyor.
Kapıya telaşlı koşarak gelen kumral düz saçlı bir oğlan çocuğu, Erkan'ı
soruyor, ben de; “Yok, çıktı demin” diyorum. Kaygılı bir yüzle kısa bir süre
bakınıp dönüp, koşarak uzaklaşıyor. Her adımda savrulan bez çantası, arkasına
vura vura gidiyor. Mahir Ünsal Eriş benim için Ezgi'nin kapısında o kaygılı
oğlan çocuğudur. O günler geçti. Edirne'de Ezgi Kafe'de biz de kalmadık. Mahir
Ünsal Eriş ünlü bir yazar, başarılı bir çevirmen, ama hepsinden önemlisi
Ethem'in babası oldu. Londra'da yaşadığına bakmayın söyleşi panel imza
günlerinde hemencecik Türkiye'ye geliveren. Seven, okuyan takip eden gençler
kadar yaş skalası yüksek edebiyatseverler de var.
Ben de biraz merakımızı gıdıklayan soruların yanıtlarını aradım.
İlk kitap 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde''. Sonra ''Olduğu Kadar
Güzeldik'', ve ardı sıra ''Dünya Bu Kadar'', ''Öbürküler'', ''Benim Adım
Feridun'', ''Kara Yarısı'', ''Sarıyaz'', ''Diğerleri'', ''Gaip'', ''Acaip''.
Durmadan üretmişsin. Yazarlar çoğunlukla ''İlk kitabın tadı başkaydı, kıymetlim'' diyorlar.
Sen en çok hangi kitabını sevdin?
Ben hep son kitabımı en çok seviyorum. Ama o da yenisinin fikri aklıma
düşene kadar sürüyor genelde. Bunu anlatmak biraz güç ama aslında yazılıp
bitirilmiş her kitabın kaçırılmış bir fırsat olduğunu anlıyorum geçen bunca
yıldan sonra. Her kitabıma dönüp bu fikir aklıma şimdi gelmiş olsaydı bambaşka
bir şey yazardım, diyorum. Keşke o zaman yazmasaydım, keşke öyle yazmasaydım,
gibi bir sürü şey geçiyor aklımdan. Tabii, hiçbir zaman yazdığınız şey
mükemmelen hayal ettiğiniz şey olmuyor tam olarak. Muhtemelen bütün yazarlar
için benzer bir durum vardır. Zihindeki hayali çok daha derin ama yazıya
geçince değişemez, değiştirilemez, icabı halinde daha da derinleştirilemez
oluyor. Okurun eline geçmiş oluyor çünkü. Bu anlamda insanın kendi kitaplarıyla
mutlak bir barışıklık içinde olması zor bence.
Genç yazarlardan özellikle Nermin Yıldırım ile çok benzetiyorum kalemini. O
biraz daha esprili yazarken sen daha detay ve hüzünlü yazıyorsun sanki. Bir
yazar olarak sen genç yazarları takip ediyor musun? Tarzımız kokumuz dokumuz
aynı dediklerin var mı?
Var diyemem. Ya da en azından şu kişilerdir diyemem ama hepimiz aynı
dönemin dolaşımda olan dilini kullanarak yazıyoruz, elbet bir evreni
paylaşıyoruz, bu türden doku ya da koku benzerlikleri çok anlaşılır. Genç
yazarları ve şairleri gücüm yettiğince takip etmeye çalışıyorum. Burada genç
derken kendimden genç olanları kastediyorum tabii ki. Yoksa benimle yaşıt hatta
benden yaşça büyük olduğu halde benden daha genç olan bir sürü yazar var,
onların zaten sadık okuruyum.
Bunca hikâye konusu matematiksel bir çalışma sonucu mu? Yoksa aklına eseni
mi yazıyorsun?
İnan hiç bilmiyorum. Yani işin matematiği, hendesesi, plan ve programı
benim aklımın ereceği bir şey değil. Üstelik beceremeyeceğim için kesinlikle
içime sinmeyen şeyler çıkarırdım ortaya, eminim. Ben hikâyeyi arıyorum ya da
kimi zaman o gelip beni buluyor. Hikâyeyi bulduğum zaman da o kendini
anlattırmanın yolunu bir şekilde gösteriyor bana.
Yazarken kurgunu nasıl betimlersin? Yani önce konu sonra detay mı? Önce
hikâye sonra detay ve değişiklikler mi? Nasıl?
Zannederim benim için hikaye her zaman en önde gelir. Ben hep hikayeyle
düşünürüm, hikayeyle hatırlarım, hikayeyle anlatırım. Yalnızca yazdıklarım
bağlamında söylemiyorum bunu, gündelik hayatın içinde de böyledir.
Hikayeciyimdir kendimi bildim bileli, ta çocukluktan. Hikaye içime sinmişse,
zihnimin perdesine yansıyan hali berraklaşmışsa gerisi kendiliğinden çorap
söküğü gibi gelir. Dilini, atmosferini, kurgusunu, karakterlerini hep kendi
kendine örgütler, beni yazmaya memur eder.
Ben artık yazarım duygusuna kapıldığın yılı anımsıyor musun?
Hala kapıldım diyemem.
Öykü ya da romanlarında en çok kullandığın sözcük nedir? Sevdiğimiz
yazarların kitaplarına rastladığımızda hemen tanırız dilini sözcüklerini. Sen
kendi kitaplarına bir okur olarak rastlasaydın, nasıl tanırdın Mahir Ünsal Eriş
kitaplarını?
Buna cevap vermem öyle güç ki. Çünkü benim şöyle bir problemim var.
Yazdığım metinleri, kitap olsun, dergi yazısı olsun, bir daha dönüp
okuyamıyorum ben. Teypten kendi sesini dinlemenin, ergenlikte tuttuğun günlüğü
bulup okumanın verdiği o tuhaf rahatsızlık hissini duyuyorum denediğimde. O
yüzden bitirip yayıncının ve okuyucunun eline teslim ettim mi bir daha dönüp de
kapağını açmam yazdıklarımın. Hal böyleyken de hangi kelimelere kendimce
iltimas yapıyorum, hangi sözcüklere yazarken elim daha çok gidiveriyor, bunu
tespit etmem oldukça güç. Ama insanın lügati sınırlıdır, elbet vardır benim de
böyle kelimelerim.
Son sorum biraz hayran okurlarının merakını gidermeye yönelik olsun.
Sana bazı kelimeler versem karşılarına çağrışım olarak ne söylersin?
Sözcük: Diller
arasındaki yolculuklarını düşündüğümde çok mucizevi geliyor bana sözcükler. Ama
başlı başına da çok etkilidir, takdir edersin ki. İnsanı ipe de götürür ipten
de alır. Bir de, işin hiç buralara varacağını tahmin etmezdim ama resmen ekmek
teknem oldular, o da ayrı.
Düş: Ben çok düş
görürüm. Ama aşırı sıkıcı ve renksiz biri olduğum için bunaltıcı derecede
gerçekçi, gündelik hayat sağlaması yapan, kimsenin uçmadığı, renkli ırmakların
akmadığı, ışıltılı güzelliklerin karşıma çıkmadığı dümdüz rüyalardır çoğu. Ama
düş kurmak işinde düş görmek işinden daha mahirimdir.
An itibariyle okuduğum: Tam şu anda Kaygusuz Abdal Divanı okuyorum.
Etkilendiğim yazar: Okuyup da iyi
ya da kötü etkilenmediğim tek bir yazar, tek bir metin yoktur sanırım. İlaç
prospektüslerinden, kullanma kılavuzlarından bile etkilenecek bir şey bulurum.
Yaşamak: Ne zaman
patlayacağını bilmediğimiz bir bombanın üzerinde oturmak ve bunu hep
unutabilmektir bana kalırsa.
Müzik: Geçenlerde
podcast programımızda konuştuk bunu. Birbirimize dünyadan tüm sanat dalları
silinecek ama yalnızca bir tanesi kalacak olsa hangisini seçersin diye sorduk
birbirimize. Anlaşmış gibi “müzik” dedik. Müziğe onu profesyonel anlamda icra
edecek kadar yeteneğim olmasını çok isterdim. Ama ilahi kudret bu yetenekleri
kardeşime bol bol koyarken benden esirgemiş, maalesef.
Radyo: Radyoculuk
benim hayatımdaki ilk mesleğimdir denebilir. Gerçi para alıyor muyduk,
hatırlamıyorum şimdi, ama ilk üniversitemin ilk yıllarında bir radyoda
çalışmıştım. Oradan tanıdığım ve hala canım gibi sevdiğim dostlarım var. Biri
sensin, biri Beyti Engin’dir, biri de Cem Adrian.
Edirne: Maalesef
hafızam çok kötü benim. Yirmi dokuz yaşında geçirdiğim bir nörolojik
rahatsızlık sonunda bu işlerdeki kabiliyetimi epey kaybettim diyebilirim. Ama
bazen öyle şeyler hatırlıyorum ki kendimi de etrafımdakileri de şaşırtıyorum.
Edirne’yle ilgili çok az hatıra var zihnimde. Ama Ayşekadın’da, Yancıkçı Şahin
Mahallesi’ndeki Eko-Hiko-Deno evini çok iyi hatırlıyorum. Hayatımın en çok şey
öğrendiğim dönemiydi sanırım. Büyük çoğunluğunu da Erkan Beyaz’a borçluyum.